Yıllar önce resmi din öğretisine karşı yazdığım bir kitap vardı bu isimle. “Ilımlı İslam”, “Amerikano İslam” eleştirisi. Allah’ın dini yeri göğü, ölümü ve hayatı açıklar, ama bizim yaşadığımız din karı-koca, gelin-kaynana kavgasını bile çözmüyor. Dinin önüne ve sonuna çeşitli sıfatlar ekledik. Oysa kim Allah’ın kitabına bir şey ekler ya da ondan bir şey çıkarırsa, din aradan çekilir, kişi eklediği ya da çıkardığı ile baş başa kalırdı.

O kadar çok İslam icad ettik ki; Folk İslam, Laik İslam, Euro İslam, Türk İslam, Arap İslam, Fars İslam, Demokrat İslam, Liberal İslam. Bir “Allahsız İslam” kaldı. Zaten o da var artık, dinsiz yaşıyor ama ölünce İslam usulüne göre defnediyor, bir de onun hakkında yalancı şahidlik yapıyoruz.

Allah’ın kitabına uygun işler yapmazsanız haram, resulün sünnetine göre hareket etmezseniz mekruh, ama birilerine göre düşünmezseniz dinden çıkarız gibi bir durum ortaya çıktı. “İnnemel mü’minune ihvetun” bize bol geliyor, kendi tarikatımızdaki fırkamız ihvan olarak yetiyor bize!?

Din “kültür” oldu gençler için artık. Din, mezhep, tarikat kültürel bir aidiyet olarak algılanıyor. Gerçek hayatta, ekonomi, siyaset, toplum hayatında bir karşıtlığı yok. Haşa, Allah’ı o işlere karıştırmıyoruz. Siyaset ve para ilişkileri bizi ciddi anlamda sekülerleştirdi. Din, biraz ritüel, biraz seremoni ve biraz bütçeye göre ikona. Gerisi gönlünden ne koparsa(!). 

Bir “Din kültürü” hocası ile konuştum. İlk okul dörtte din kültürü varmış. O da “kültür” olarak! Semavi dinler, İbrahimi dinler. Onlar da kendi içinde grublaşmış, hepsinin özü bir, onların da temelinde ahlak var. Yani aslında pek birbirinden farkı yok. Yani AVM’den elbise, ayakkabı alır gibi din seçiyorsunuz. Dinler arası fark bilgisayar markası, otomobil markası gibi bir şey. Herkes yerli, yaygın ve milli olanı seçiyor. Din, mezheb ve tarikatlar coğrafi markalar. Genelde İranlılar Şii, Türkler Sünni’dir. Suudiler Vehhabi. Zaten eğitim, media, siyaset, hukuk düzeni, toplumsal ilişkiler buna göre düzenlenmiş. “Semavi Dinler”, Musevilik, İsevilik ve İslam. Felsefi dinler, daha çok Asyetik, Budizm, Hinduizm, Şintoizm, Brahmanizm filan. Bir riayete göre Türkler Gök tanrıya inanırmış falan. Bunlar da iyilik, güzellik öğütlermiş. Sonunda yine bir şey değişmiyor. Doğuda oturanlar, Batıda oturanlar ona göre sınıflandırılıyor.

Aslında bu iş böyle değil tabii. İlkokuldan başlayarak insanlar önce agnostik hale getiriliyor. Sonra din kültüre indirgeniyor. Sonra dinlerin dayandığı ortak değer “Tanrı” olunca, insanlar “Deist” oluyor.

Okullarda, Mezhep, Tarikat konularına girilmiyor. Artık Kur’an bir dua kitabı gibi anlatılıyor. Hadisler de, onun tamamlayıcı, açıklaması gibi. Ahiret, Cennet-Cehennem gibi konular, çizgi filmler ya da uzay filmleri kadar bile ilgi çekmiyor. Mehdi ve Mesih konusu birçok insan için uzaylılar, uçan daireler kadar ilgi çekici değil. Cin ve Şeytan da artık ezoterik konular. Adını bile anmaya gerek yok, “3 harfli” dersiniz, ya da parmağınızı büküp tahtaya vurursunuz, uğursuzluktan korunmak için. Nazar değmesin diye kapıya kuru kafa asar ya da kolunuza mavi boncuklu bileklik takarsınız. Cennet ve cehenneme gelince, zaten Tanrı (!) “yolun sonu”nda herkesi affedecek ve sonrası bilmiyoruz. “Yakıp ne yapacak ki, kötülük yapmayalım diye bizi korkutuyor. Sonunda affedecek(!).  

Kimi tenasühe inanıyor, kimi yeniden başka bir dünyada yeni bir hayata başlamayı ümid ediyor.

Çevrenize bakın, politikacı, bürokrat, akademisyen, birçok kişi, gerçekten Allah’a ve ahiret gününe, gaybe, kadere, rızga, ecele, Meleklerin, Cinlerin, Şeytanların varlığına inanıyor mu?

Bana kalırsa dinden soğumanın en büyük sebeblerinden biri aile, bir eğitim, biri Müslüman etiketli kişi ve kuruluşlar. Güzel örnek olamadık. Dahası, insanlar bize (!) bakıp dinden soğudular. “Biz” deyince ağır kaçtı değil mi? Biliyorsunuz Peygamberler masumdur. Ama Yunus peygamber “İnni küntü minezzalimin / Biz zalimlerden“ olduk demedi mi! Ne çok övünüyor ve ne çok dövünüyoruz. Hani “Ne varlığa sevinirim / Ne yokluğa yerinirim” diyecektik. Atalarımızla övünmeyecektik. İki günü birbirine eş olan aldanmışsa, geçmişle övünmek niye. Geçmişin güzelliklerini geleceğe ve zirveye taşıyanlar için geçmiş bir ibret dersidir ve Atalarımızın manevi mirasını geleceğe taşımak onlar için en güzel şükran olacaktır.

Bakın başarı ya da başarısızlık ayrı bir konu. Kaybedilmiş savaşların kahramanları, kazanılmış savaşların hainleri vardır. Şeyhülislam işini doğru yapmamışsa cehenneme gider, onun kapıcısı, şoförü işin doğru yapmışsa cennete gidecektir.

Biz alemlere rahmet olarak gönderilen bir peygamberin ümmeti olarak yaşadığımız zamana ve mekana adil şahidler olacaktık. “Müslümancı” olmayacaktık ama, “Müslümancılık” bile yapamadık. “El Emin” olmayı beceremedik. Dünyanın en muhteşem coğrafyasında yaşıyoruz, şükretmeyi bıraktık sürekli şikayet ediyoruz. Ne tarihini biliyoruz bu toprakların, ne toprağın altında ne var, üstünde var onu da bilmiyoruz. Birbirimizle uğraşıp duruyoruz. Vatan, millet, Sakarya gidiyoruz. Birbirimizle uğraşıyoruz, ama yabancı siyaset, sermaye, sivil toplum, akademisyenlerin peşinden koşuyoruz.

Herkes böyle değil elbette. Her zaman iyi, doğru, güzel insanlar var ama iki felaket sözkonusu; bilgili, dürüst ve cesur insanların devlet ve toplum nezdinde itibar görmemesi ve engellenmesi, ikincisi de kötülerin itibar, güç ve servet sahibi olmaları. İkisi de aynı yanlıştan besleniyor aslında. İşte o zaman “Kahtı rical” dönemi başlıyor. İşte o zaman “bana ne”cilik, “neme lazımcılık” başlıyor, meddahlar, yalaka tipler, münafıklara gün doğuyor. Haksız güç ve servet sahibi olanların kibirleri helaka giden yolu döşüyor. Ademoğulları olarak bizler zor günlerden geçiyoruz. İnşallah aklımızı başımıza alırız. Yoksa gelecek günler geçen günleri aratabilir. İnşallah uyanırız da korkularımızdan emin oluruz. Bugün hepimizin havf ile reca arasında bir yerde durup çokça tevbe etmemiz gerek.

Hani hayatı dönüştürmek için güç ve servet istiyorduk, ama güç ve servetin önce kendine sahip olanları dönüştürdüğünü çok geç anladık. Anladığımızda ise çok geç olmuştu.

Sanırım şimdi yeniden imandan başlayarak, Hılful fudul temelli bir mücadeleye başlamamız gerek. Amentüye imanımızı gözden geçirmemiz gerek. Aileyi, nefsi ve nesli ıslah ile fıtratı korumamız gerek. Aklen ve ahlaken, ilmen tekamül etmemiz gerek. Aklımızla vijdanımızı barıştırmamız gerek ki insan insanla barışsın. Bu iki barış gerçekleşsin ki, insanlar tabiatla barışsınlar, tabiatla savaştan vazgeçsinler. Zira bu 3 barış bizi Allah’la barışa götürecektir. Değilse insan Allah’la savaştadır. Allah’la savaşanlara gelince onlar zalimlerin tâ kendileridir. Selâm ve dua ile..