Çatal kazık yere batmaz demiş eskiler… Dil bahsi… Epeyce bir zamandır çatal kazık durumunda… Budanan Türkçe… Konuşanların meramını anlatamadığı… Daracık bir alana sıkışmış… Günlük konuşma dilinde kullanılan kelime sayıları hakkında net bir rakam vermek zor… Lakin içerisinde akıp gittiğimiz, icra ettiğimiz, muhatap olduğumuz konuşmalara bakarsak… Tek kelimeyle çorak… 

Sokakta konuşulan… Yaşayan Türkçe… Kısır… Hoş… Daha üst seviye mekânlar ve topluluklar arasındaki hali de çok iç açıcı değil… Dijital heyula zaten can çekişen Türkçemizin geleceğini karanlıklara boğmak üzere… Ulaştığımız medeniyet şahikasında terennüm ettiğimiz Türkçenin zekâtı bile değil şu an kullandığımız…

Türkçe giderse Türkiye gider diyerek kükreyen rahmetli Oktay Sinanoğlu… İçine düştüğümüz tehlikeyi vurgulamakla çok hayırlı bir iş yapmış… Türkçenin bozuluşu ve kuralsızlaştırılmasını eleştiren ve bu anlamda önemli faaliyetlerde bulunan kıymetli büyüğümüz Yavuz Bülent Bakiler keza… Ve daha ismini sayamadığım nice Türkçe sevdalısı… Erozyona uğrayan topraklar gibi Türkçe… Nesiller arası iletişimin kesilmesi hayati bir sıkıntı… Derken… Birbirimizi anlamaya yetmeyecek dereceye gerilemiş bir dil… Aman Allah’ım!  İfadesizliğe sürüklenmek ne kadar acı ve ne kadar sefil…

Dikkat ediyor musunuz? Konuşmalarda –ki toplumun aşağıdan yukarı her kesiminde ve her yerde- eşanlamlı kelimeleri birlikte kullanarak cümle kurmak… Sanki bir hitabet gücü ve zenginliğiymiş gibi… Giderek yaygınlaşıyor… Bilinçli ya da bilinçsiz…

“Örneğin… Mesela…” diyerek başlayan onlarca cümle duyabiliyoruz her gün…

Ya da herhangi bir reklamda “koşulsuz, şartsız” ifadesinin garabetine maruz kalabiliyoruz. Bir akademisyen, alanıyla ilgili bir konuyu izah ederken ”herhangi bir imkân ve olanak olursa...” diyerek devam ediyor ilmi(?) konuşmasına… “Arzu ve isteklerimiz” birçok konuşmada farklı mana taşıyor gibi dökülüveriyor ağızlardan… Bir avuç kalmış kelime havuzumuzu da manasına vakıf olmaksızın tüketiyoruz. Yabancı kelimelerin işgalini hiç mevzuu bahis etmiyorum ki fecaat…   Zihinlerimiz o kadar ikiye bölünmüş ki… Konuşmalarımıza… Kelime kullanım tercihlerimize kadar sirayet etmiş… 

Otuz kırk yıl önce basılmış bir kitabı sadeleştirerek tekrar basmak saçmalığı sanırım bir tek bize nasip oluyor! Milletlerin hayatında yüz yıl kavram birlikteliğini zora sokmak için yeterli değil… Peki, biz daha dün diyebileceğimiz zamanlarda yazılmış bir şiiri anlamaktan aciz noktaya nasıl sürüklendik? Fuzuli ve Baki eserlerini kast etmiyorum. Üstelik toplumumuzda, yadigâr ve unutulmuş kelimeleri kullanımanın cezasız kalmadığı, alaya alındığı bir devri de üzülerek idrak etmekteyiz. Zihin dünyamızı, budanan kelimelerden imal edilmiş bir mengeneyle sıkıp duruyor bu gidişat… Vaktiyle bir büyükşehir belediyemiz, askere giden vatan evlatlarına hayırlı dileklerini bildirmek için astığı bir yazıda “hayırlı tezkereler” diyebilmişti. Artık insanlar “teşviki mesai” yapabiliyor(?) Herhangi bir törende kadirşinaslık çerçevesinde iltifat edilirken “vefakâr ve cefakâr” denilebiliyor. “kâr” eki “eden” manasında… Düşünün tezadı! Bir insanı vefa gösterdiği için övüp hemen peşinden cefa çektirdiğini… Hem de iyi bir şey yapıyormuş gibi ifade edebiliyoruz.

Yazımın başında çatal kazık içeren deyimi bu hususa uygun gördüğüm için zikrettim. Maruz kaldığımız akıl tutulmasının bir yan etkisi olarak, hala hayattan koparamadığımız kelimeleri, yazılışları farklı, anlamları aynı da olsa peş peşe kullanmaktan imtina etmiyoruz. Daha acısı… Bunu bir maharet ve söz sanatı zannederek yapıyoruz.

Günlük hayatımızda kullandığımız kelimelerin manasının şuurunda olmadan kullanıyor isek… Daha mühim konularda bize ezberletilmiş ve iliştirilmiş kavramlarla nasıl bir cinayet işliyoruz kim bilir?

Ülkemizde bir yabancı dil eğitimi sorunundan bahsedilir ya… Bence ana dili öğretimi sorunumuz daha büyük… Ciddiyetsizliğimizin bir faturası olarak eriyip giden bir miras Türkçe… İngiltere’de liseden mezun olan bir gencin kendi diline hâkimiyeti ile bizim ki arasında ne kadar fark vardır acaba? Sınıfta kalmanın olmadığı bir eğitim sisteminde Türkçe şuuruna ulaşılabilmesi mümkün mü? Dijitalleşen eğitim sayesinde okuma alışkanlığı kalıyor mu? 
Velhasıl… Türkçe’nin yaprak dökümü durdurulamayacak biçimde sürüp gidiyor!

Dil faciamızın şiirden uzaklaşan bir toplum olmamızla çok yakın bir ilişkisi var. Şiir letafet demek bir yönüyle… Kabalaşan bir toplum oluşumuzda en nihayet dil mevzuuna bağlanıvermiyor mu?

Yahya Kemal Türkçe için ‘’Ağzımdaki anamın sütüdür’’ demişti... Suni mamalar büyütüyor artık nesilleri…

Üstad Necip Fazıl Kısakürek ‘’Dil benim ses bayrağımdır’’ demişti… 

Arif Nihat Asya’nın sözüyle bitirelim: Bir bayrak rüzgâr bekliyor!