Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, yazar, mütercim ve düşünür Cemil Meriç'in vefatının 33. yıl dönümü dolayısıyla Twitter hesabından bir mesaj paylaştı. Paylaşımda, "Vefatının 33. yıl dönümünde edebiyatımızın müstesna isimlerinden kıymetli mütefekkir Cemil Meriç'i rahmetle ve hürmetle yâd ediyorum" sözleri kullanıldı.

Peki, kimdir bu müstesna şahsiyet? Cemil Meriç, 1984’te önce beyin kanaması ardından da felç geçirir. Kendisini yatağa bağlayan uzun bir hastalık sonucunda 13 Haziran 1987’de, kızı Prof. Dr. Ümit Meriç Yazan'ın ifadesiyle, “Muhammed! Sevgilim!...”diyerek ruhunu 71 yaşında teslim eder. Karacaahmet Mezarlığı’na eşinin yanına defnedilir. Bu onun güzel ve anlamlı ölüm anının son perdesi ve ölüm öncesi geçirdiği rahatsızlıklardır. Onun kalıcı bir rahatsızlığı daha var ki, onu da “Geçmişten Günümüze İz Bırakan Meşhur Engelliler” kitabımızda teferruatlı bir şekilde zikrettik (1). Ama ilk önce fırtınalı hayatından birkaç hatıralar:

Garip Bir Çocukluk Hayatı

Cemil Meriç, 12 Arılık 1916 yılında Balkan kökenli bir ailenin çocuğu olarak Hatay'ın Reyhanlı kazasında dünyaya gelir. Çocukluğunu Antakya'da geçirir. 1920–1935 tarihleri arasında Suriye, Fransa'nın mandası altında olduğu gibi, İskenderun da "Bağımsız İskenderun Sancağı" adı altında Fransızlara bağlı bir muhtariyet bölgesiydi. Babasının mahkeme reisliğinden ayrılmasıyla ilk mektepte okumak için, 1923'te Reyhanlı'ya döner. Okumayı daha okula gitmeden önce dört yaşında öğrenir. 1928'te "Certificat d'étud-es primaires" Fransız ilkokul diplomasını aldıktan sonra Antakya'da Orta mektebe (Antakya Sultanîsi) başlar.

Cemil Meriç’in çocukluk yılları pek parlak geçmez, sosyal çevreye de uyum sağlayamaz. Babası hep çatık kaşlı, annesi hep mızmız, kasabanın çocukları ise hep korkunçtur, çünkü sürekli dayak yemekte ve hep hakarete uğramaktadır. Gözleri de dört numara miyop olduğu için, durumundan bir hayli mustariptir. “Şikâyet edeceğim kimse yok. Mektep bahçesinde çocuklar oynuyor, ben yine yalnızım ve yabancıyım, yabancı yani düşman. Dilim başka ve gözlüklerim var, kendimden utanıyorum.”

Gençlik Yılları, Allahsız Bir Çölde Akıp Giden Başıboş Bir Hayattır

Sosyal ilişkilerdeki sorunlarına karşılık okul hayatı başarılı geçer. Liseyi bitirene kadar kompozisyonlarda hep birinci olur. Bu dönemde Yenigün Gazetesi’nde ilk yazısı yayınlanır: Onun için edebiyat, şiir demektir. Nabi’ye, Fuzuli’ye, Nedim’e meftundur. Ancak, on birinci sınıfta okuduğu “Madde ve Kuvvet” hayatını değiştirir ve materyalizmin büyüleyici kuyularına düşer. Ateizm bir sığınaktır onun için. Nazım’ı da o yıllarda okur, okur ama anlamaz ve sevmez.

Kapital, anlamasa da okuduğu kitaplar arasındadır. Zola’yı sevmektedir, çünkü Zola dinsizdir. Balzac’a da hayrandır ama Hıristiyanî tarafı onu rahatsız etmektedir. Buchner, Nordau ve Marx, onu mistisizmden öylesine soğutmuşlardır ki maneviyata benzeyen her düşünceye kulaklarını tıkar. 1939’da Hatay’da evi aranır, akabinde nezaret ve hapis. Mahkemede Marksist olduğunu haykırdığında aslında tek işçinin bile elini sıkmış değildir. “Allahsız bir çölde akıp giden başıboş bir ırmaktır” gençliği.

12. sınıfa kadar okuduğu halde mezuniyet imtihanlarına kısa bir süre kala okuldan ayrılmak mecburiyetinde kalır ve 1936 yılında üniversiteye girebilme ümidi ile İstanbul'a gelir. Burada bir süre Pertev Niyal Lisesi 12. sınıfına devam eder, Nâzım Hikmet ve Kerem Sadi ile de tanışır ve onlar için kendi imzasını kullanmadan iki kitap çevirir Türkçeye: Gaston Jèze'in maliye ile ilgili bir kitabı ve Stalin'in "Pratik ve Teori" kitabını. Ama tercüme ücreti alamaz. İstanbul’u terk eder ve İskenderun Tercüme Bürosu'na sınavla reis muavini olur, Türkçe basını Fransızca'ya çeviren bir ekibin başındadır. Beş altı ay kadar bu işte kalır.

1938'de Hatay, bağımsız bir Cumhuriyet olur ve Türk Hükümetinin Fransızlardan Hatay'ın idarî noktalarında Türklerin çalıştırılmaları isteği üzerine, o bir sınır kasabası olan Aktepe'de nahiye müdürü olarak tayin edilir. Fransızların 1939'da Hatay'dan çekilmeleriyle, T.C. Hatay Valiliği tarafınca vazifesine hemen son verilir.

Hayatını kazanmak için değişik işler yapmak mecburiyetinde kalan genç sosyalist, birkaç ay sonra da, Hatay Hükümetini devirmek suçundan tutuklanır, iki ay idam talebiyle yargılandıktan sonra beraat eder. Daha sonra iki yıl İstanbul Üniversitesi, Yabancı Diller Okulu'nda burslu olarak ders görür. Bu yıllarda ilk defa insan mecmuasında Balzac ile alâkalı yazısı yayınlanır (1941).

Mecburi hizmet olarak 1942 yılında, her iki gözündeki yüksek miyop sebebiyle askere alınmaz, ancak bunun yerine iki yıllığına Elazığ'da Fransızca muallimi olarak vazife alır. Elazığ'a gitmeden önce tarih ve coğrafya öğretmeni olan Fevziye Menteşoğlu ile tanışır ve 19 Mart günü evlenir. Aynı yıl, Haziran ayında babası ölür. 1946’da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ne Fransızca okutmanı olarak alınır ve buradan emekli olur (1974).

Her Musibette (Bin)Bir Hayır Vardır: Karanlık Dünyaya İlk Adımlarını Atarken, Kalp Gözü Açılır

38 yaşında ilkbahar aylarında (1954) gözlerindeki miyobunun artması sonucu tamamen görmez olur. Dünya artık onun için karanlıktır. Aynı yıl, yaz ayları boyunca İstanbul Cerrahpaşa Hastanesi'nde yatar, birkaç başarısız göz ameliyatı geçirir. Bir gözünde retina tabakası çatlamıştır, diğerine katarakt sonucu perde inmiştir. Ameliyatlara yurt dışından devam edilmesinin uygun olacağı sonucuna varılır.

1955 Ocak ayında, Denizyollarının Tarsus vapuruyla, tek başına İstanbul'dan Marsilya'ya, oradan da Paris'e gider. Fakülte tarafından "tetkikatta bulunmak üzere" Avrupa'ya seyahate gönderilir. Asıl amaç ise, Paris'te ünlü "Quinze-Vingts" Hastanesi'nde ameliyat olabilmektir. Burada birçok ameliyat geçirir, fakat gözdeki yüksek tansiyon ve kanama yüzünden son ameliyatlar yapılamaz, yurda dönmek mecburiyetinde kalır. Bir daha ameliyat olmayacak ve artık hayatının sonuna kadar göremeyecektir.

Aklî ve fikrî ıstıraplarının mahiyeti değişir, bu sefer ümitsizlik her tarafını kaplar: “Gözlerimi yani her şeyi kaybetmiştim. Tekrar çarka takıldım. Ölümü bir münci (kurtaran) olarak arıyordum. Meselelerimi ancak o çözebilirdi, korkak olduğum için intihar edemedim. Vazifelerim bitmişti... Beklediğim hiçbir şey yoktu. Yazdıklarım hiçbir yankı uyandırmamıştı. Ne yazacaktım?”

Fikir Dünyasında Manevî İnkılap

Cemil Meriç, 68’lere kadar insanlığın düşünce tarihini araştıran ve aslında kendini arayan bir fikir işçisidir. Cemil Meriç. Düşünmüyordu, sadece başkalarının neler düşündüğünü öğrenmeye çalışıyordu. Kütüphanesinde tavana kadar dolu olan on bir bin cilt kitabın hemen hepsi Fransız yazarlara ait idi.

Dinî açıdan tarafsız gibi görünen Cemil Meriç, bir gün eşini de yanına alarak, ergenlik çağına gelmiş olan çocuklarına “Sizi din konusunda serbest bırakıyoruz, araştırın, isterseniz bir dini tercih edersiniz” derler. Kızı Ümit, 30 yaşına geldiğinde namaz kılmaya başlar, fakat tarafsız olmaktan çok pratik dinî uygulamalara karşı gelen baba, kızın bu eğilimine başta şiddetle karşı çıkar.

Cemil Meriç, 1970’lerden itibaren gerçek bir entelektüel olarak artık kendi medeniyetine ve manevî kaynaklarına yönelir ve tomurcuk hâlindeki düşünceleri çiçeklenmeye başlar. 1974 de emekliye ayrılınca tüm zamanını eserlerine ayıran Cemil Meriç, çok iyi temsil ettiği Batı düşüncesiyle Türkiye'nin Batılaşması mevzularını inceler. Elli yaş civarına kadar Batı düşüncesinin tesiri altında kaldıktan sonra Hint ve Asya kültürünü keşfeder. 70'li yıllarda kendi tabiriyle entelektüel vasfı ile kendi kültürümüze döner. Spinoza kırk dört yaşında ölmüş, Nietzsche kırk dört yaşında delirmiş. Ben yolumu kırk dört yaşından sonra buldum” der. İmandan şüpheye, şüpheden inkâra, inkârdan maddeciliğe ve en sonunda her aydına nasip olmayan bir lütufla nihayet tekrar aslına dönerek, millî ve manevî değerlere önem veren fikir adamlarına yönelir.

Özellikle, İbni Haldun onun için çok önemli bir filozoftur. Ona göre; Avrupa, İbni Haldun sayesinde İslâm dünyasını tanımış, Türk toplumu ise ona ve temsil ettiği dünya görüşüne hâlâ yabancı. Yazılarında mütefekkir ve sosyolog yönü ağır basar. Bilhassa kullandığı bazı kelimeler, mülkiyetine geçmiş gibidir. Kendisine has coşkulu üslubu ile temiz Türkçesi ile yazdığı yazıları "İnsan", "Gün", "Yeni İnsan", "Hisar", "Hareket", "Türk Edebiyatı" gibi dergilerde ve "Yeni Devir" gazetesinde yayınlanır. Düşünce ve yazı hayatının en verimli yıllarında gözleri görmediğinden dolayı kızı, yazar Ümit Meriç ve talebeleri kendisine yardımcı olurlar.

"Umrandan Uygarlığa" adlı kitabıyla 1974'te ve "Kırk Ambar" adlı kitabıyla 1980'de Türkiye Milli Kültür Vakfı Armağanı'nı alır. 1983'de Maxime Rodinson'dan "Batıyı Büyüleyen İslâm"ı dilimize kazandıran Cemil Meriç, 1986'da "Kültürden İrfana" adlı eseriyle, Türkiye Yazarlar Birliği'nden fikir dalında bir ödül kazanır. Cemil Meric, hayatı boyunca yirmi kitap yazmıştır. Ezcümle; hakikati görebilmiş olan Cemil Meriç, İslâm’ı yüceltmek adına medenî cesaret gösterebilmiş bir mütefekkirdir. Nitekim bu bağlamdaki şu sözleri, İslâm ile Müslümanlar arasındaki acı durumu, çarpıcı bir şekilde yansıtmaktadır, vesselâm:

“İslâm şahsiyet, celâdet demektir... Bu celâdeti kaybettiği gün sukût etti. Her darbeye, her zıpçıktıya teslim olur hâle geldi. Günahlarımız büyüktür maalesef ve günahlarımızın başında celâdet mahrumiyeti gelir. Medenî cesaretten mahrumiyet yani.” (Cemil Meriç).

(1) Daha fazla bilgi için bkz.: Seyyar, Ali; Geçmişten Günümüze İz Bırakan Meşhur Engelliler; Rağbet Yayınları; İstanbul; 2016.