İslam tarihinin ilk yüzyılından yirminci asra kadar geçen 1400 senenin genel panoramasına baktığımız zaman gördüğümüz iniş çıkışlar, yıkılış ve dirilişler, ihtişam ve inkırazlar üzerinde farklı bir bakış açısıyla yorum yapmak istiyorum.

Asrı Saadet ve Hulefayı Raşidin döneminden sonra başlayan olaylar, daha sonraki yüzyıllarda askeri, siyasi ve itikadi krizler olarak tekrar etmiş, İslam Dünyası sürekli bir şekilde sınavdan geçmiştir. Devletler ve milletlerin siyasi alandaki yükseliş ve çöküşlerine paralel olarak, kültür dünyasında da, ilmi ve fikri konularda yaşanan tartışma ve mücadeleler hiç bitmemiştir. Gece ve gündüz, kış ve bahar, yokuş ve iniş gibi sürekli birbirini takip eden unsurlar, İslam tarihinde kriz ve çözüm, bunalım ve felah, yıkılış ve diriliş şeklinde ard arda gelmiştir.

Kaderi İlahi, daha Hicri birinci asırda İslam dünyasını fırtınalarla öyle bir çalkaladı ki, Müslümanlar bu ilk krizi atlatmak için çok çaba harcadı. Herkes kendi kabiliyet ve gayretine göre İslamiyet'in ve Kur'an'ın muhafazası için elinden geleni yapmaya başladı. Kimisi hadisleri kaydetti, kimisi Kur'an'ın tefsirine yöneldi, kimisi fıkıh ve ilmihalin tesbitine çalıştı. Yüksek bir hamiyet ve gayretle öyle kıymetli faaliyetler yapıldı ki, normal şartlarda belki onda biri bile yapılamazdı.

Esen büyük fırtına belki dalları kırıp yaprakları döktü ama sonrasında İslam beldelerinin her tarafında çiçekler açtı, her yer gülistana döndü. Fakat bu arada çevreye saçılan fitne tohumlarından da dikenler yeşerdi. Bu diken ve gül mücadelesi tarih boyunca hiç bitmedi. Gerek içte, gerekse dıştaki olaylar, devamlı olarak İslam dünyasının dikkat ve uyanıklık içinde bulunmasına sebep oldu.

Fakat Müslümanlar tarihten ve olaylardan ibret almadıkları için, bu krizler sürekli tekrarlandı. Milli şairimiz Mehmed Akif'in dediği gibi:

Geçmişten adam hisse kaparmış, ne masal şey!

Beş bin senelik kıssa, yarım hisse mi verdi?

Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar,

Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi!

Çok doğru ama "Hafızayı beşer nisyan ile maluldür" sözünü de unutmamak gerekir. Allahu Teala, ezeli takdiriyle murad ettiği olayların gerçekleşmesi için gereken bütün sebepleri hazırlamış, insanın hafızasına da unutkanlık hastalığını yerleştirmiştir. Böylece benzer hatalar tekrarlanıyor ve tarih tekerrür etmeye devam ediyor.

***

Miladi 680 (Hicri 61) yılında; bütün Müslümanları derin hüzne boğan, İslam dünyasında günümüze kadar fitne ve ayrılıklara sebep olan, kıyamete kadar zalimlerin lanetle, şehidlerin rahmetle anılmasına vesile olan Kerbela Vak'ası yaşandı. Hazreti Hüseyin (r.a.) şehadet mertebesini kazanırken, hasımları iki dünyada da kendilerini helakete götürecek büyük seyyiatı yüklendiler.

Kaderin hikmetli cilvesine bakın ki, aynı yılda Emevi neslinden Abdülaziz bin Mervan'ın bir oğlu dünyaya geldi. Annesi Leyla binti Asım, dedesini çok sevdiği için oğlunun adını Ömer koydu. Hz. Ömer bin Hattab’ın (r.a.) torunu olan Leyla binti Asım, amcası Abdullah bin Ömer hayatta olduğu için, oğlunun Medine’de onun terbiyesinde büyümesini istedi. Peygamber şehrinde onun sahabelerinin sohbetinde büyüyen Ömer, nebevi nuru ruhuna öyle massetti ki, Emevilerin yanlış itikat ve icraatlarından tamamen uzak kaldı. Hicaz valiliğinden sonra genç yaşında halife olması, İslam Alemi için yeni bir dönemin başlangıcı oldu.

Hilafeti saltanata dönüştüren Emeviler'in, İslam'ın özünden uzaklaşarak dini siyasi çıkarları için kullanmaları, Müslümanlar arasında büyük infiale sebep oldu. Ömer bin Abdülaziz, iki buçuk senelik kısa halifeliğinde yaptığı icraatlarla, siyasi, sosyal, hukuki, ekonomik ve dini sahada öyle yenilikler yaptı ki, insanlar dört halife devrinin tekrar geri geldiğine kanaat getirdiler. Bu yüzden ona beşinci halife veya adaletli idaresinden dolayı İkinci Ömer dediler.

Emeviler'in yanlış icraatlarını kaldıran, bütün bid'aları temizleyen ve devlet idaresinde tam adaleti temin eden Ömer bin Abdülaziz'den sonra gelen halifeler, yine eski düzenlerine geri dönünce inkıraz kaçınılmaz oldu. Tabandan gelen ve karşı konulamaz büyük bir halk hareketi ile Emeviler'in sadece 90 yıl süren saltanatı yıkılıp yerine Abbasi Hilafeti kuruldu.

***

Abbasi Halifeliği'nin ihtişamına ve bölgedeki siyasi gücüne rağmen, ortaya çıkan yeni oluşumlar, Müslümanlar arasındaki birlik ve beraberliği bozan çok önemli unsurlar oldu. 10. Yüzyılda, Mısır'da kurulan Fatımi Hilafeti ile Endülüs'te ortaya çıkan Emevi Halifeliği, siyasi bölünmüşlüğü gösteriyordu. İslam Tarihi'nde ilk defa, üç halife aynı zamanda Müslümanların temsilcisi olduğunu iddia ediyordu.

11. Yüzyıl'da (Hicri 5. Asır) kurulan ve kısa zamanda bölgenin askeri ve siyasi gücü haline gelen Büyük Selçuklular, zayıflayan Abbasi Hilafetini de himayesine aldı. Buna rağmen Fatımilerin başlattığı Şii propagandası ve daha sonra ortaya çıkan Batıni hareketi İslam Alemini tehdit edecek boyuta ulaştı. Ayrıca ilim ve fikir alanındaki gelişmelerin Müslümanlar arasına soktuğu yeni bir cereyan vardı. Aristo hayranlığıyla başlayan felsefe akımı, inanç ve fikir yönünden İslam dünyasında yeni yozlaşmalara sebep oldu.

İşte İmamı Gazzali'nin felsefe ve Batıni fitne hareketine karşı mücadelesi, bu döneme damga vuran en önemli fikir hareketiydi. İmamı Gazzali, yetişme tarzı, hocalarından aldığı dersler ve fıtri kabiliyetleri sayesinde, çok sağlam bir mantığa, sistematik bir tasnif anlayışına, derin bir kavrayışa sahipti. Kitap ve sünnete bağlılığı onu dar kalıplara sıkıştırmamış, tam tersi çağının insanına hitap ederek onların ihtiyacı olan yorum ve açıklamalarla ihya ve tecdid görevini hakkıyla yerine getirmesine imkan vermişti. Prensip olarak tam bilmediği bir şey hakkında fikir beyan etmemiş, eleştireceği konuyu derinlemesine incelemeden hiçbir şey yazmamıştı.

İlim ve fikir gelişimini tamamladıktan sonra, çağının problemlerini araştırmış, İslam dünyasına dışarıdan ve içeriden yapılan hücumları çok iyi tesbit etmişti. Hayatının en verimli birinci safhasında, sosyal ve siyasi muhtevalı eserleri ağırlıkta olduğu halde, ikinci safhasında Müslümanların ahlaki ve manevi buhranlarını ele alarak buna çare olacak reçeteleri ortaya koymuştu.

***

13. Yüzyıl sadece Harizmşahlar, Anadolu Selçukluları ve Abbasiler için değil bütün İslam Alemi için bir inkıraz asrı olmuştu. Yıllarca Moğol saldırılarını durduran, zalim Cengiz Han ve noyanlarını mağlup eden Celaleddin Harizmşah ile Anadolu Selçuklularına altın çağını yaşatan Alaeddin Keykubad, 1230 yılında Yassıçemen'de karşı karşıya gelince, bu savaş galip ve mağlup iki devletin de sonu oldu.

Harizmşahlar yıkılınca önünde hiçbir engel kalmayan Moğollar, 1243 yılında Kösedağ'da Selçukluları mağlup edip Anadolu'yu istilaya başladılar. Bu Moğol seli 1258'de beş asırlık Abbasi Hilafetine son verip, İslam dünyasında tesirleri uzun yıllar devam edecek büyük tahribatlara yol açtı. Zalim Hülagu'nun, öldürdüğü insanlarla tahrip ettiği kitapların sayısı yüz binlerle ifade ediliyordu.

Anadolu'da yaşanan Moğol istilası ve yıllarca devam eden zulümleri Müslüman halkın üzerinde maddi, manevi çok olumsuz tesirlere yol açtı. İnsanların ürünleri gasb edildi, ağır vergilerle maddi olarak çökertildi. Dini ve manevi hayatları baskı altına alındı. Kur'an öğrenmelerine ve ezan okumalarına bile müdahale edildi. İnsanlar bu ağır bunalımdan bir çıkış yolu ve kurtuluş çaresi aramaya başladı.

Mevlana Celaleddin Rumi'nin Moğol istilası ile sarsılan Müslümanların manevi hastalıklarına çare ve çözüm bulması, İslam'ın güzelliklerini gönüller üstünde dalgalandırması, büyük bir moral kaynağı oldu. Müslümanların bunalımdan çıkarak manevi yönden güçlenmesi, ileride Söğüt'ten yükselecek ve üç kıtaya hakim olacak Osmanlı devletinin de temelini teşkil etmiş oluyordu.

***

Müslümanlar İ'layı Kelimetullah gayesiyle ülkeler fethettiği gibi, İslam'ın güzellikleri de gönüller üzerindeki manevi fütuhatına devam ediyordu. İnkıraz dönemlerinden çıkış her zaman askeri ve siyasi güçle olmuyordu. Bazen ilahi takdir çok farklı tecelli ediyor, İslam düşmanlarının içinden dine hizmet edecek kimseleri çıkarıyordu.

İslam Aleminde büyük tahribatlara yol açan Moğolların soyundan ve Cengiz Han'ın oğlu Çağatay'ın torunlarından bazı hükümdarlar İslamiyet'i seçince, Doğu İslam dünyası yeniden yükselişe geçti. Çağatay Hanları, Moğolların yerle bir ettiği ilim ve kültür merkezlerini yeniden canlandırdı. Mesela Buhara, Şahı Nakşibend'in irşadıyla önemli bir maneviyat merkezi oldu.

16. Yüzyıl'da Osmanlı Devleti ihtişamın zirvesine çıkarken, Hindistan'da da Babürlüler yükselişe geçmişti. 1556'da Babürlü tahtına çıkan ve Kanuni Sultan Süleyman gibi yarım asır hükümdarlık yapan Ekber Şah, Müslüman olmasına rağmen çevresindeki kötü niyetli ulemanın tesiriyle sapık bir yola girdi. Kendince diğer dinlerle İslamiyet'i barıştırmak için reformlara girişti. İçtihad yapmaya kalkıştı. O da olmayınca yeni bir din icad etmeye karar verdi. Din-i İlahi adını verdiği bu sistem, İslamiyet, Hıristiyanlık, Mecusilik, Hinduizm ve Budizm’in karışımı “sulhü küll” (genel barış) projesi olarak ortaya atıldı.

Bu devirde yaşayan ve Hicri iki bininci yılın müceddidi olduğu kabul edilen İmamı Rabbani, hiçbir zaman Ekber Şah’ı zındıklık ve kafirlikle suçlamadı. Doğrudan muhatap almadan tesir edebilecek insanlar vasıtasıyla onu ikaz etmeye çalıştı. Asıl mücadelesi ise; sağlam inançlı, Kur’an ve sünnete bağlı, Allah rızasını kendine gaye edinen talebeler ve müridler yetiştirerek, bu ifsad hareketini önlemeye çalışması oldu. Yani siyasi mücadele yapmaya imkanı olduğu halde, doğrudan iman ve Kur’ân hizmetine ve insan yetiştirmeye yöneldi.

Bir tarikat mürşidi ve tasavvuf ehli olmasına rağmen İslam’ın ilmi ve fikri yönünü daima ön plana aldı. Şeriatın yani Kur’an ve sünnetin hurafeleri önlemek için yeterli olduğunu ortaya koydu. İmamı Rabbani vefatından sonra sadece Hindistan’da değil, bütün İslam dünyasında tanındı ve fikirlerinden istifade edildi.

***

Yirminci Yüzyıl, Osmanlı'nın inkırazına sahne oldu. Altı asır boyunca üç kıtaya hükmeden, uhdesine aldığı hilafetin gereklerini hakkıyla yerine getiren, bütün dünya Müslümanlarının hamisi olan Osmanlı Devleti, Haçlı ve Siyonist zihniyetin işbirliğiyle, muhalif ve müttefiklerin oyunlarıyla önce içten çökertildi. Sonra da İslam Alemini parçalamak, Müslümanları başsız bırakmak, topraklarındaki petrol ve diğer yeraltı zenginliklerini gasb etmek için bütün dünya ateşe verildi.

Birinci Dünya Savaşı Avrupa'da hiçbir ülkenin sınırlarını değiştirmezken, İslam dünyasının altını üstüne getirdi. Galipler masa başında oturup, ellerindeki cetvellerle yeni ülke sınırları çizdiler. Üç şeritli değişik renkli bayraklarla aşiretleri devlet yapıp Müslümanları bölük pörçük hale getirdiler. En önemlisi de hilafeti tekrar geri gelmeyecek şekilde lağv ettirerek, Müslümanları lidersiz bıraktılar.

İslamiyet artık modası geçmiş bir din kabul edildi. Laik, modern ve çağdaş bir toplum meydana getirmek için eskiye dair ne varsa atıldı. Avrupa'nın uygar ve ilerici bütün kanunları, adetleri, yaşayışı örnek alındı. Kısa zamanda gerici zihniyet tarihe gömüldü, aydın ve laik düşünce ülkeye hakim oldu. Bu inkırazdan Müslümanların artık çıkamayacağını hesap ettiler.

Ama hiç de umdukları gibi olmadı. Kışın sonu bahar, gecenin sonu nehar oldu. Toprağın altında fırtınaların dinmesini bekleyen nurlu tohumlar neşv ü nema buldu. Bir gidenin yerini binler hatta milyonlar doldurdu. Unutulup gideceğini sandıkları dini ve manevi değerler yeniden el üstünde tutuldu. Sonunda İslamiyet düşmanları durduramadıkları bu gidişi, yozlaştırmaya, içini boşaltmaya karar verdiler.

İşte biz şu anda bu süreci yaşıyoruz. Üzülüyoruz ama bir şey yapamıyoruz.

Çözüm nedir?

Çare nedir?

Bilmiyoruz.

Bilen varsa lütfen söylesin...