Bir Öğretim üyesi arkadaşım ilkokulda okuyan çocuğunun kendisine yönelttiği garip soruları bana nakledince doğrusu irkilmiştim.

“Annem ve anne annem gerici mi baba, neden başı örtüsü takıyorlar?” Çocuğun sorusu buydu. “Çocuğumun elindeki ders kitaplarını inceleyince gerçeği anladım” diyor akademisyen arkadaşım. Meğer ders kitapları dekolte kıyafetli olanları, “modern” olarak gösterirken; örtülüleri “gerici” diye tanıtıyormuş. Kitapları şöyle bir inceleyince benzer bir çok aykırılıklarla karşılaşmış. Bana da o günlerde gariplikleri bir liste halinde sunmuştu.

Son yıllarda ders kitapları ile ilgili bazı çalıştay ve organizasyonlarda yer aldığımdan bu konudaki boşluğa ve vahamete yakinen şahit oldum. Bir sempozyumda sunduğum tebliğde fen ders kitaplarındaki bilimsel boşluğa ve bilimin inançsızlığa alet edilmesi konusuna dikkat çekmiştim. Ayrıca fen bilimlerinin hikmetle ve gerçek hayatla buluşması ve merak çekici hale gelmesi için çözüm yollarını ele almıştım[1].

Peki şimdiye kadar MEB’de çözüme yönelik çabalar olmadı mı? Elbette oldu. Önceki Bakanlar dönemlerinde ders kitaplarındaki arızaların giderilmesi ve millileşme yolunda bazı teşebbüslere şahit olduk. Son bir örneğini hatırlatayım. Milli Eğitim Bakanı İsmet Yılmaz zamanında zorunlu eğitim kademelerindeki 53 derse ait yeni öğretim programından, din kültürü ve ahlak bilgisi dersleri dışındaki 51 dersle ilgili müfredat çalışmaları oldu.

Ancak bu çalışmalar basit bir restorasyonundan ibaret kaldı. Beklenen köklü değişimler olmadı. Neden olmadı? İsterseniz sohbetimizin kalan kısmını soru-cevap sohbet şeklinde sürdürelim.

-Peki reform teşebbüsleri neden başarılı olmuyor?

Ülkemizde okul sistemi çok pahalı, antidemokratik, insan fıtratına aykırı bir sistem olarak varlığını sürdürüyor. Öncelikle bunun yerine ferdi isteklere, özgür seçimlere ve kümeleşmelere dayalı, daha insani bir sistem önermemiz gerekiyor. Yani öncelikle kendi milli ve yerli modelimizi oluşturmalıyız.

Bu öneriler paradigma değişimi ve temelleri sorgulamayı gerektiriyor.

Evet, öncelikle temelleri sorgulamalıyız. Temelleri sorgulamadan yola çıktığımızdan, şimdiye kadar dişe dokunur ve bir dönüşüm olmadı. Türkiye'deki eğitim meselesini tartışırken, ülkede uygulamaya çalışılan sistemin Batının kötü bir kopyası ve karikatür taklidi olduğunu unutuyoruz. Türkiye'de, eğitim sorunlarını sığ ve dayanaksız temeller üzerinden, kısır ve zihnimizi kısırlaştırıcı bir çerçevede tartışıyoruz. Esasen eğitimde bir çıkış yolu onun toplumsallaşması ve sivilleşmesi ile ilgilidir. Bir kere müfredat üzerindeki tekelci yapının kalkması gerekiyor. Taklit olmayan kendimize ait modeller geliştirerek işe başlamalıyız. Bu zaman diliminde, Sezai Karakoç'un, Nurettin Topçu'nun [2], Bediüzzaman'ın [3] yaptıkları tespitlere ve tekliflere kulak vermeliyiz.

Sürekli tüketen olmak yerine tabiatı ve bize emanet edilenleri ve Dünyayı ve tabi ki başta kimliğimizi koruyan, bilgiyi metalaştırmayan; onu üreten ve kullanan bir anlayışı ortaya çıkaracak özgür yapının temelleri ortaya koymalıyız. Bunun için de başta İslamın yüce değerleri olmak üzere bin yıllık, hatta üç bin yıllık oturmuş kadim kültür değerlerimiz var. Bunları bir kenara iterek Batıdan sistem ve model dilenciliği çözüme ulaşılmasının önünde engel teşkil etmektedir.

Çağdaş tasarımların ötesinde insanın özüne dokunan ve özü ortaya çıkaran bilgeliğe dayalı sistem için kadim değerlerimize başvurmalıyız. Eğitim öncelikle değer üretir, ahlaki ve insani değerler kazandırır konuma çıkacak. Siz kültürünüzün özüne yansımış islami değerleri çöpe atarak gençlerde kişilik oluşturamazsınız. PKK militanlarını bu eğitimin okullarından geçen gençlerden derliyor. Dünyada haini en bol ülke durumunda kaldığımız sık sık gündeme gelmektedir. Ağacı gösteren meyveleridir.

-Yaratana da yaratılana da saygılı fertlerin yetişeceği okulları; her yeri ve her anı öğrenme ortamı bilen sürekli öğrenmeyi bir prensip haline getiren öğrencileri ne zaman göreceğiz?

Bunun için de müfredat özgürlüğü şart diyoruz. Müfredat oluşturma işini halka bırakalım.

Ancak olaylara tek düzlemde bakanlar bu görüşe karşı çıkacaktır. Bu karşı çıkışı nasıl aşacağız?

İkna ile. Müfredatların ve okulların tezgâhında çocuklarımızın un ufak edilmesinin önüne niçin geçemediğimizi anlatacağız. Kişiliğini, benliğini diplomalara, sertifikalara gömen ve buradan aldığı güçle yaşamını sürdürmeye çalışan bağımlı fertler halinde kaldığımızı ve bunun arkasında sorumlu müfredat tekeline dikkat çekeceğiz. Müfredat tekeli devlet elinde kaldıkça çözülemeyeceğini anlatacağız.

Bütünüyle müfredatı devlet tekelinde tutma anlayışı, ülkemizde insanımıza güvensizlik değil mi? Özgürlük anlayışının gelişmediğinin bir resmi değil mi bu tablo? Şunu unutmayalım ki kurtuluş harbini halk kazandı. 15 temmuz kalkışmasının karşısında halk vardı. Bu millet en kritik zamanlarda devleti kurtaran olmuştur.

Mevzi yanlışlıklar ve suiistimaller olacak diye müfredat özgürlüğünü engellemeye devam etmek bu millete inanmamak ve onun önünü kesmek demektir.

Müfredatın Tekelciliğinin suistimallar getirdiğini başka nasıl açıklayabilirsiniz?

Geçen yıllarda yayınevi sahibi, daha önceki yıllarda MEB’de bürokratlık yapmış bir tanıdıkla bir görüşmemizde şunları söylediğini hatırlıyorum. “Bir yayınevinin 30 adet ders kitabından 25’i geçiyor, ama başka bir yayınevinin 30 kitabından bir tanesi geçmiyorsa, burada işlerin (ders kitapları ihalelerinin) ahbap-çavuş ilişkisi ile döndüğünü düşünmez misiniz?

İşler tekelde kaldığı, tek merkezden yürütüldüğü sürece, sistem her zaman suistimallere açık hale gelecektir. Mevcut merkeziyetçi ve tekelci müfredat anlayışı ile farkında olmadan çocuklarımızı ve geleceğimizi kalitesiz eğitime ve kalitesiz ders kitaplarına mahkum etmekteyiz.

Müfredat tekelciliğinin başka hangi zararlarından söz edebiliriz?

Müfredat dediğimiz eğitim programlarını fert ve cemiyet için öncelikler ve değerler sistematiği teklif edecek konuma nasıl çıkaracağız?

Önemli olan kendimiz olmak, evrensel bilim ve hikmetten beslensek de kendi kültür ve medeniyetimizin gereği olan üslubu bulmaktır.

Evrim teorisinde olduğu gibi, bilimin tanım ve kıstaslarını taşımayan ideolojik ve siyasî yaklaşımlar, ya da bir takım ön kabuller, yıllardır bilim olarak takdim edildi. Bilim bu şekilde inançsızlığa alet edilmektedir. Bilim diye, objektiflik diye sunulanlarla inançsızlık aşısı aşılandı. Böylece gençliğimizin imanı elinden alınmaktadır.

Ders kitaplarında, taşın düşmesini yerçekimi kanununun sağladığı, gemilerin suyun kaldırma kuvveti sayesinde yüzdüğü, bitkilerin büyümesini fotosentezin temin ettiği öğretilir; yani sebepler ve tabiat, Yaratıcı yerine konulur. Ders kitapları hâlâ insanımızın inançları ile alay edercesine doğa olaylarını ve evreni sahipsiz ve gayesiz olarak öğretmeye devam ediyorsa, ateist temeller üzerine kurulu müfredat halka rağmen hükmünü icra ediyorsa, oturup düşünmemiz lazım.

Yani müfredat belirleme işinde halkımız söz sahibi olsaydı, yani eğitim halka mal olsaydı ders kitaplarında bilimin inançsızlığa/dinsizliğe alet edilmesi mümkün olamayacaktı.

Bazı şeylerin gözlem yapıp, karar verebileceğimiz tarafsız bir orta noktası bulunmamaktadır. Örneğin: “Yaratılıyor” yerine; “oluşuyor, oluşum” gibi nötr ifade, aslında “Allahu Teâlâ yok(muş), varsa bile bu işle ilgisi yok(muş)!” mesaj ve emrini bilinçaltına kodlamaktadır. Bizim önce bakışımız, sonra sözümüz, en sonra da kalp ve davranışımız bu fikre göre programlanmaktadır.

Eğer müfredat üzerinde bu tekelcilik olmasaydı ve eğitim halka mal olsaydı, ateizmin kutsal inekleri ders kitaplarında yer almaz; belli bir hedefi olmayan, hakikatten kopmuş ve dolayısıyla hikmeti olmayan entelektüel bir oyun görüntüsünde kalmazdı.

O zaman müfredat tekelciliğinin eğitimi verimsiz kılan diğer sonuçlarına gelelim. Eğitimde amaçlanmayanlar nasıl oluşuyor? Neden öğretmenden veli ve öğrenciye kadar her kesimde eğitime ve okula karşı bir küskünlük var? Neden ülkemiz baştan sona bir sınavlar ülkesi halini aldı?

Cevabı gayet basit aslında… İnsanımız kendisine, kendi değerlerine yabancı bir yapı ile karşı karşıya. Tüm ders ve süreçlerde; müfredat denilen öğretilecekler listesinin hazırlanmasında kendisi yok. Her şey halka rağmen yapılmaktadır. Öğretmen gibi, velinin de öğrencinin de seçme hakkı bulunmuyor.. Özel eğitim kurumları için bile bu inisiyatif yok.

-Hayattan ve uygulamadan kopuk devam eden bir süreçte, cevapları belli soruların ezberletilip/tekrarlatılıp durduğu bir vasatta ülkemiz insanı bilimde, sanatta ve düşüncede özgün şeyler sunamamasının sebebini müfredat tekelciliğine bağlayabilir miyiz?

İnsanımızın değer ve inançlarının; düşünce, sanat ve hayat tasavvuru ekseninin çok çok uzağında kalan bir eğitim sistemi bu. Her alanda Batı’yı referans alan bu sistem Batı’nın ikinci sınıf karikatürü ve kötü bir taklidini doğurmuştur. İnsanımız bir medeniyet fikri, ruhu ve iddiası kazandıracak nitelikli bir eğitimin hasreti içinde. Zaten sohbetimizin anahtar konusu da bu değil mi?

Hep cevabı belli sorular ezberletildiğinden, gençler hayata dair (cevabı belli-açık olmayan) gerçek sorular ve sorunlar karşısında acziyet hissetmekte ve çözümü hep başkalarından bekleyen zihin yapısına sahip olmaktadır. İnsanımızı sorunlar karşısında aciz bırakan bu yapı; Batıdan gelen fikir ve çözümlerin kutsal emir ve vahiy gibi algılanmasına yol açmaktadır. Bugünün gençleri yarının büyükleri olarak yetkili makamlara geçtiğinde millî kaynaklı çözüm odaklı projeler geliştirmekten uzak kalmaktadır. Ya da kendi değerlerimize sahip çıkma cesareti gösterememektedir. O yüzden her alanda Batılı ve batıl fikirler bizi bataklıklarda boğmaktadır.

Bu açıklamalarınızı özetlersek, okul sistemimizin başarısızlığının başlıca nedeni; okul binalarının eksikliği ya da azlığı, öğretmen maaşlarının düşüklüğü ya da sınavlar değildir. Bir torba gibi her akla gelen şeyle içi doldurulan müfredatın bir çerçeve olarak yorumlanıp, öğrenci ihtiyaçlarına göre oluşturulmaması ve doğal eğilime uygun biçimde eğitim yapılmayışıdır. Konuları toparlarsak, son olarak neler diyeceksiniz?

Öğretmenler kendilerine sunulan müfredatı zamanında tamamlamak istiyorlar. Ama, müfredat denilen ve her ne ihtiyaç duyulmuşsa içine doldurulmuş bulunan "öğretilecekler listesi" o denli kalabalık hale gelmiştir ki, bunun belirli bir süre içinde yetiştirilmesi için " öğretme" ve bilgi aktarma (konuşma- söyleme) tek yol haline gelmektedir. Öğretmenlerin bilgiyi hazmettirecek doğru yöntemlerle eğitim yapmaları neredeyse imkansız olmaktadır.

Eğer müfredat planlayıcıları, "bilgi konisi" denilebilecek bir kavramı göz ardı etmeselerdi, bu denli çok bilginin öğretilmeye çalışılması -ve tabii ki öğretilemeyişi- gibi bir gariplik ortaya çıkmaz, birbirinden farklı kabul edilerek öğretilmeye çalışılan bir çok bilginin aslında çok az miktardaki "öz bilgi"nin türevi olduğu anlaşılabilirdi.

Hick kuralı diye bilinen bir kurala göre , bir kişiye verilen bilgi arttıkça kişinin performansı da artar. Ancak, verilen bilgi daha da artmaya devam ederse performans pek artmayıp sabit kalır. Bilgi girişi daha hızlandırılırsa bu defa performans birdenbire düşer. Özellikle merkezi sınavlara hazırlık altında mekanik bilgilerin sürekli tekrarlanması öğrenme performansını düşürmektedir.

Müfredatlarda kalabalıklaştırma sonunda hayat becerilerine sahip insan değil, belirli bilgileri ezberlemiş ama kavramamış insan yetişmektedir. Bu yapının doğal sonucu olarak ailelerin tüm kaygıları da çocuklarımız “sınavlarda başarı kazansınlar” yeter kriteriyle sınırlanmaktadır. Ülkemizdeki eğitim gerçeğinin özeti budur!

-Sayın Cumhurbaşkanı da sık sık müfredat ve eğitim konusunda öz eleştirilerde bulunuyor. Cumhurbaşkanımızın şu mealde açıklamalarına rastlıyoruz: “Derslik yapıldı, öğretmen atamaları tamam oldu, ders kitaplarının ücretsiz hale geldi, öğrencilere tablet dağıtıldı, bütçeden en büyük pay eğitime ayrıldı. Ancak buna rağmen başarı yakalanamadı”. Cumhurbaşkanımız, eğitim ve kültür alanlarında sınıfta kaldığımızı itiraf ediyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Eğitimdeki problemler akıl almaz boyutta. Eğitimin bir kriz içinde kaldığı gerçek uzmanlarca ifade edilmektedir. Cumhurbaşkanlığı nezdinde çözüme yönelik bir kriz masası teşkil edilebilir. Yol haritası için heyetler teşkil edilmelidir.

Gençliğimizi ve geleceğimizi kaybetmemek için bu acil bir görevdir. İnsanımızın değerlerinden ve kültüründen beslenen bir anlayışla müfredat yeniden ele alınmalıdır.

Eğitim bir medeniyet-kültür ve meslek meselesi olarak ele alınınca görünecektir ki; her medeniyet, kendi insan ve alem tasavvuru doğrultusunda kendine has bir eğitim idraki geliştirir ve geliştirdiği bu eğitim idraki üzerinde kendi insan tipini, hayatı ve hayat tarzını, mesleki ihtiyaçlarını inşa eder.

Eğitimi medeniyet meselesi olarak ele aldığımızda önceki hatalarımızın kaynağı da kendini gösterecektir. Türkiye’de uygulanan müfredatla 20. yüzyılı demokratik ve pedagojik olmayan, baskıcı ve ideolojik bir dönem olarak heba ettik. Kendi eğitim modelimizi oluşturmadan yola çıktığımızdan yolda kaldık. Hem kimliğimizi inşa edemedik, hem de memnun ve mutlu olacağımız bir mesleki hayatla geleceğimizi inşa edemedik. En büyük işsizlik oranını neden yüksek öğretim mezunlarının teşkil ettiği iyi tahlil edilmelidir.

Hulasa, eğitim sistemine içerden ya da dışarıdan sızan demokratik ve pedagojik olmayan müdahaleler var. Bu müdaheleler karşısında eli kolu bağlı beklemenin gereği ve anlamı yok. Ders kitaplarında ve müfredatda hakim üstü örtülü ateist ve materialist işgale son verilmesinin zamanı geldi. Yerli ve milli bir müfredat modellerinin hayata geçirilme zamanıdır.

---------------------------------------

[1] Osman Çakmak, An evaluation of Science of Education: TheSources of LowerInterestamongStudentsTowardScience Courses andSuggested Solutions. 4. International Congress of EducationalResearch, 4-7 Mayıs, 2012, Yıldız Technical University, İstanbul.

[2] https://www.dirilispostasi.com/makale/ithal-degil-yerli-cozum-5ad0f750d8a7e626fe50b0ac

[3] Osman Çakmak, Bedizzamanın Eğitim Modeli: Medresetüzzehra. http://www.yenisafak.com/hayat/bediuzzamanin-egitim-modeli-medresetuzzehra-2477494