Çocukluğundan beri Almanya’da gurbetçi işçi ailesinin bir üyesi olarak yaşayan Türk bilim insanı Prof. Dr. Uğur Şahin’in koronavirüs aşısını bulduğuna dair haberi okumuşsunuzdur.

Koronavirüs aşısını bulan Uğur Şahin kimdir?

Bizim Türk medyası, özellikle Uğur Şahin’in nereli olduğunu merak ediyor? Almanya’da 26 yıl yaşamış, Gymnasium’u bitiren ilk Türk öğrencilerinden birisi ve duvar yıkıldıktan sonra Doğu Almanya’da bir meslek akademisinde Almanlara girişimcilik dersi vermiş olarak bu sorunun cevabını isterseniz ben size vereyim. Bu yetenekli bilim insanı, (belki de Alman vatandaşlığına geçmiş) Türk kökenli bir “Almanyalıdır” veya “Alamancıdır”. Bizler, onun başarısından övünüyoruz ammâ başarısının bireysel olduğu kadar Alman eğitim ve araştırma sisteminin kendisine verdiği imkânları her nedense görmek istemiyoruz.

Asıl üzerinden durmamız gereken konunun, Türk (kökenli) bilim insanlarının neden kendi öz memleketlerinde değil de daha çok yurt dışında başarılı olduklarıdır? Bakınız daha geçen sene İsveç’te yaşayan Türk bilim insanı Dr. Hatice Zora, “Beyinde Dil ve Duygu Gelişimi” üzerine çalışmalarından dolayı İsveç “Kraliyet Hanedanı” ödülüne layık görüldü. Türkiye’de yaşayan bir bilim insanı, benzer bir araştırma yapmak istese, büyük bir ihtimalle hiçbir kurumdan ne maddî, ne de lojistik destek görebilir. Bunu bizzat ben yaşadım çünkü.

Zamanında Sakarya Üniversitesinde öğretim üyesi iken, mezkûr çalışmaya benzer bir şekilde bendeniz de üniversitemde beyin, duygu ve rüya üzerine bir araştırma merkezi kurmak istemiştim. Bunun için başta sağlık (nöroloji, psikiyatri), psikoloji, sosyoloji ve ilahiyat olmak üzere değişik bilim dallarından bir ekip oluşturmam gerekirdi. Bana güvenen bir araştırma grubu da oluşturabilmiştim ama üniversitemiz, rüya üzerine yapılacak böyle bir çalışmayı bilimsel bulmamıştı. En son olarak dönemin İlahiyat Fakültesi dekanına (o şimdi Din İşleri Yüksek Kurulu üyesi) projemi bir farklı açıdan sunmuştum ve “en azından Peygamberimiz (sav) tarafından bir kavram olarak dillendirilen “mübeşşirat” kapsamına giren sadık rüyaları araştıran bir merkez kuralım” dedim. Ne var ki o da “yanlış anlaşılabiliriz” diyerek teklifimi uygun bulmamıştı.

Bunun üzerine tek başımıza ilahiyatçı Prof. Dr. Hidayet Aydar hocam ile birlikte bir başlangıç olarak ortak bir çalışmada bulunduk. Nesil Yayınlarından çıkan “Peygamber ve Sahabe Rüyaları” kitabımız, ortak çalışmamızın ilk ürünü oldu. Çalışmalarımız, sadık rüyalar, ahlâkî davranışlar ile salih ameller arasındaki müspet ilişkiler üzerinde araştırmalar yapmak üzere Sakarya’da Sosyal Ar-GE derneğini kurup, bunun çatısı altında enteresan rüyaları incelemekamacıyla Türkiye’nin ilk Rüya Araştırma Merkezi’ni kurmuştum. Ne var ki OHAL döneminde KHK ile üniversitemden ihraç edilmemden dolayı maddî yetersizliklerden ötürü (işsiz kaldığım için) derneğimizi kapatmak zorunda kaldım. Akademik alanda kısır bir döngü içinde olduğumuza dair bu sadece bir örnek. Halbuki sorun daha da derin.

Neden Akademik Yeniliklere Yelken Açamıyoruz?

Türkiye’de alın teriyle hiçbir engelle karşılaşmadan üniversiteli olarak bilimsel araştırmalar yapmak, hayli zorlaştı. Nepotizmin hâkim olduğu bilim camiasında yeniliklere imza atabilecek akademisyenler değil de siyasî torpille sıradan akademisyenler üniversitelere alınırsa orada statüko ekseninde eğitimden başka bir şey göremezseniz. Halbuki bilim ve bilimsel araştırmalara sınırsız özgürlük imkânının tanındığı gelişmiş Batı ülkelerinde potansiyeli olan her akademisyen, ilmî tecessüsü ile marifetini ortaya koyabilir ve başarılarını ödüllerle taçlandırabilir. Çünkü o ülkelerde nepotizmden ziyade kişinin ırkına, dünya görüşüne, dinine ve cinsiyetine bakılmaksızın ehliyet, liyakat, beceri ve girişimcilik yeteneklerine bakılmaktadır.

Nepotizm, kişinin, bir devlet görevine alınmasında veya atanmasında akrabalık, eş-dost ve(ya) partizanlık ilişkilerini dikkate alan yozlaşmış bir idarî sistemdir. Bir başka ifadeyle kayırmacılık, haksız olarak yardımda bulunmak, başkası için aracılık yaparak, ona hakkı olmayan bir şeyin verilmesi için çaba göstermek ve yardımcı olmak (iltimas) gibi güzel ahlâk esaslarına ters düşen davranış biçimlerinin bütünüdür. Haksız yere birine arka çıkma, ona ayrıcalık tanımak halk tabiriyle torpilde bulunmak dinimizce büyük günahlardandır. Nitekim Peygamberimiz (sav), kayırmacılığın toplumsal boyutuna da vurgu yaparak yani sosyal adaletin tahrip edileceğine de işaret ederek biz Müslümanlara şu ikazda bulunmaktadır:

“Daha ehil ve liyakatlisi varken yakınlık sebebiyle bir işe bir başkasını tercih ve istihdam eden kişi, Allah’a ve Resulüne ve bütün Müslümanlara hainlik etmiş olur.” (İbni Hacer; el-Matlibu’lÂliyye; II; 233)

Peygamberimiz (sav), nepotizmi lanetliyor, bizi uyarıyor ammâ velakin nepotizmi en çok da Müslüman ülkeler uygulamaktadır. Bu durum maalesef Türkiye için de geçerlidir. Son yıllarda eğitim, vasıf, güzel ahlâk ve liyakat durumlarına bakılmaksızın idarecilerin, eş, dost ve akrabalarının devlet işlerine girmelerini sağladıklarına dair bizzat görgü şahidi konumunda olan bir öğrencimin yaşadıklarını ve duyduklarını burada sizlerle paylaşma ihtiyacı duymaktayım.

Nepotizme Dair Bize Ait Somut Bir Örnek

Lisans ve yüksek lisansını Sakarya Üniversitesinde birinciliklerle bitirmiş olan bu mümtaz öğrencim, daha sonra doktora eğitimini İstanbul Üniversitesinde tamamladı ve doktora tezini çok iyi bir şekilde savunarak ilk turda takdirle geçti. Öğrendiğim kadarıyla İstanbul Üniversitesinde o bölümde yıllardan beri hiçbir doktora öğrencisi ilk turda doktora savunmasını geçememiş. Doktora unvanını elde etmesine rağmen bu akademisyenimiz 3 yıldan beri işsiz.

Geçenlerde kendisiyle telefonda biraz dertleştik. Verdiği bilgiler beni hayli üzdü. Doktora jüri üyelerinden biri hem danışman hocası, hem de bir üniversitede rektör olmuş. Diğer jüri üyesi ise başka bir üniversitede rektör olmuş. Üstelik her iki üniversitede alanıyla ilgili bir bölüm olduğu gibi her iki bölüme de yeni akademisyenlere ihtiyaç duyulmaktadır. Kendisine çok şanslı olduğunu, en azından bu iki üniversiteden birisini tercih edebileceğini söyledim. Duyduklarımın karışışında şoke oldum. Dedi ki: “Hocam; siz ne diyorsunuz?! Ben her iki rektör hocamla görüştüm. Benim akademik performansımı takdir etmelerine karşılık üniversitelerine ancak ‘yukarıdan’ bir referansla beni alabileceklerini söylediler. Benim yukarıdan birilerinden ‘referans’ alabileceğim kimsem olmadığı gibi bunu etik de bulmuyorum. Bu durumda ben ne yapayım? Yurt dışına gideyim mi?...”

Ezcümle                                         

Kul hakkını çiğnemek ve mahkem-i kübrada çetin hesap vermek istemiyorsak bürokraside ve eğitim kurumlarımızda her çeşit kayırmacılıktan uzak durmalıyız. Bunların başında nepotizm (akraba kayırmacılığı), kronizm (eş-dost kayırmacılığı) ve patronaj (siyasî kayırmacılık/partizanlık) gelmektedir.

Sosyal düzenimizi ve adaleti sarsan her türlü kayırmacılığa karşı devlet idaresinde ve bürokraside meritokrasi (liyakat sistemini) ve güzel ahlâk anlayışını uygulanabilir hâle getirmeliyiz. Bunun için de personel alımında ilk önce objektif kriterleri referans olarak ele almalıyız. Bu kaideler, kayıtsız şartsız olarak evvela bilim kurumlarında uygulanmalıdır. Yoksa ilmî, dinî ve dünyevî bütün maddî ve manevî kazanımlarımız kaybolur gider, yurt dışında başarı elde etmiş yerli akademisyenlerimizle övünmeye devam ederiz.