Üniversiteler, kitleleri ardından sürükleyen felsefi ve siyasi düşüncelerin, bilimsel ve teknolojik yeniliklerin üretildiği, eleştirildiği, yanlışlandığı veya reddedildiği mekanlardır. Üniversiteler değişimin taşıyıcısıdır. Peki,  var mı böyle bir üniversitemiz?  

Muhteva ve Keyfiyet...

Tüm öğretim üyeleri her yıl belirli sayıda bilimsel ve fikir çalışması yapmak zorunda bırakılmalıdır. Araştırma yapmayan bilim adamına niçin çalışmadığı sorulmalıdır.
Meselenin içinde olanlar bilir ki üniversitelerde bilim, eğitim ve araştırmaların kalite ve keyfiyetleri ile ilgilenilmemektedir. Daha çok şekli şeyler öne çıkmaktadır. Mesela on yıl boyunca doğru dürüst bir eser sunmayan, bir ürüne imza atmayan bir akademisyen rahatlıkla öğretim üyeliği mesleğini sürdürebilmektedir. Ciddi akademik başarı ve yayınları olmayan birisi, bölüm ya da anabilim dalı başkanı, dekan, hatta rektör bile olabiliyor. Üniversiteye adımını bir kere atan ciddi bir eser ortaya koymasa da profesörlüğe kadar gidebiliyor. Dahası, şimdiki idari yapılanma sayesinde bilimsel araştırma ve akademisyenlikle alakası olmayanlar da kolaylıkla üniversiteye adım atabilmektedir. Tabii ki yükselmeler de aynı şekilde sürmektedir.

YÖK sisteminin kolay doktora, kolay doçentlik, kolay ve sulandırılmış profesörlük kriterleri yüzünden bilimsel vasfa ve kapasiteye haiz olmayan insanlar kolaylıkla üniversitelerde görevlerini sürdürebilmektedir. Doktora sonrası dönemde özgün çalışma yapmayanlar, hatta sahasının literatürüne hakim olmayanlar bile doçent olabilmektedir.

Kök Problemi Gözardı Ederseniz Köklü Çözümlere Ulaşamazsınız

YÖK Başkanlığı zaman zaman üniversitelerde köklü değişimler için bir arayış içine giriyor. Ancak ne var ki problemlerin yansımaları ile problemlerin kökenindekiler ayırt edilemediğinden düzenlemeler genelde şekli dönüşümler şeklinde kalmaktadır. Halbuki YÖK, bilim adamları arasında belli bir sınıflandırmaya giderek çalışanla çalışmayanı ayırt eden sistemler kurmaya başlamalıdır.

Örneğin ilk safhada yapılacak işlemlerden birisi; profesör, doçent ve yardımcı doçent hatta doktora sınavı jürilerine seçilecek olan profesörlerde belli kriterler aranmasıdır. Bilimsel rüştünü ispatlamamış, bilimsel çalışmalardan uzak olanlara bu jürilerde görev verilmemelidir. Meslekte muayyen bir seviyeyi aşmış kişilerin görev alması esas olmalıdır.

YÖK Çalışan-Çalışmayan Ayırdedebilen Bir Sistem Kuramadı

Türkiye’de akademik unvanların veriliş kriterleri de vizyonsuzluğu, misyonsuzluğu ve birimlerdeki başına buyrukluğu teşvik edici mahiyettedir. Unvan verilmesinde öğretim üyesinin bölümüne, kurumuna, yöresine ve tüm ülkeye verdiği hizmet göz ardı edilip münferit yayınlar esas alınmakta ve böylelikle öğretim üyelerinin birimlerinden ve çevresinden kopukluğu pekiştirilmektedir. Ve maalesef modern dünyada bunun böyle olduğu zannedilmekte ve bu uygulama modernlik ve bilimsellik adına yapılmaktadır. Bu şekilde öğretim üyeleri, ülkenin problemlerine eğilip çözüm üretmek yerine kolayca yayın çıkarabilecekleri alanlara yönelmekte böylece üniversiteler endüstri ve sektörden kopmaktadır. Halbuki yayın çıkarmak bir üniversitenin misyonu olamaz, üniversiteler olsa olsa yapılan güzel işleri ve varılan güzel neticeleri başkalarıyla paylaşmaya aracı olabilir.

Araştırmayı ve bilimi değerlendiren; çalışkanı ve üretkeni mükafatlandıran bir yapı meydana getirdiğiniz takdirde, üniversitelerdeki araştırmalara elini sürmeyen insanlar bile gayrete gelecek; kendini yenileme ve yetiştirme  gayreti içine girecektir. Üniversite öğretim elemanlarına belli bir maaştan sonra araştırma projesi, makale, danışmanlık hizmetleri, yetiştirdiği elaman sayısı, yaptığı danışmanlık, verdiği konferans, yazdığı kitap ve verimlilik oranında ücret verilebilen bir yapılanma oluşturulmalıdır. Hâlihazırda sürdürülmeye çalışılan performans sisteminin dejenere edildiği ve bu amaca hizmet etmediği görülmelidir.
Artık, her öğretim üyesi her yıl belirli sayıda bilimsel ve fikri çalışma yapmak zorunda bırakılmalıdır.

Araştırma yapmayan bilim adamına niçin çalışmadığı sorulmalıdır. Sanatçılar kabiliyetlerine göre mükafatlandırılmakta, sporcular da güzel oyunlarına göre değerlendirilmektedir. Bilim adamlarına verilecek değer de topluma hizmeti, ürettiği projeler ve sorunlara bulduğu çözümler ve yaptığı yenilikler ölçüsünde olmalıdır. Sadece bilimsel makale sayısı kriter ve esas olmaktan çıkarılmalıdır. Aksi halde o zaman şimdi olduğu gibi iş yayıncılık oyununa dönüşmekte; ucuz yayın yapma yolları öne çıkmaktadır. Ülkemiz bu şekilde gelişmiş Batı ülkelerinin taşeronu konumuna düşürülmektedir. Bu yayınları değerlendiren ise ülkemiz değil Batı ülkeleri olmaktadır.

YÖK, çok önceki yıllarda profesörlüğe yükselmelerde bazı kıstaslar getirmişti. Kısa bir süre sonra profesörlüğe yükseltme yetkisini üniversitelere devretti. Profesörlük bugün zamanı geldiğinde (5 yılı tamamladıktan sonra) herkesin alabildiği bir unvan haline gelmiş ve artık adeta kişilerin özlük hakları hâline dönüşmüştür. Bilindiği gibi yükseköğretim sisteminde profesörlük en yüksek akademik unvandır. Bu unvanı elde edip kadroya ataması yapılanlar aynı üniversitede emekli oluncaya dek sürekli iş garantisine sahip hale geliyorlar. Profesörlüğün böylesine kolaylaştırılması ve ucuzlaştırılması sayesinde ülkemizde profesör sayısı, doçent sayısının kat kat üstüne çıkmıştır.

Üniversitelerimizde maalesef doğru işleyen bir performans değerlendirme ve ölçme sistemi ve bu sisteme bağlı olarak işleyen bir takdir ve ödüllendirme sistemi bulunmamaktadır. 

Bu yüzden de profesör kadrosuna atananlar zaman içerisinde bilimsel araştırmalardan giderek uzaklaşmaktadır.

Onca yıl bilimsel çalışmalar yapıp profesörlük unvanını kazandıktan sonra verimlilikten uzaklaşan ve haftanın birkaç günü aynı dersin birinden çıkıp öbürüne koşan, dersliklere kapanmış ve dışarıdan kendisini izole etmiş bir profesörün kime yararı olacaktır? Kendisi yaptığı işten ne kadar tatmin olacaktır? Öğrencilerine şevk ve heyecan içinde ders anlatabilir mi böyle bir akademisyen? Ancak bir şeyleri araştıran kişide bilimin heyecanı olur; aynı şeyleri tekrarlayan kişide değil…   
Aklın ve mantığın kolayca kabul edebileceği kriterleri ve topluma doğrudan faydalı faaliyetleri ölçü almak varken neden kolaycılık neticesini doğuran bir yerde duruyoruz? 

Üretimin, bereketin, verimliliğin olduğu yola doğru ilerleyelim. Öğretim elemanının topluma ve öğrenciye faydalı yaptığı neler varsa değerlendirelim ve yükseltme kriterleri haline getirelim. 

Çalışanla çalışmayanı ayırdeden sistemleri hayata geçirebilirsek, üniversiteleri en yeni bilgi ve tecrübeleri taraflarla paylaşarak üniversiteleri uzmanca düşünmenin, derin bilginin merkezi haline getirebiliriz. Böylece üniversiteleri kalkınmanın ve gelişmenin motoru  olacaktır. 
Hemen unutmadan hatırlatalım ki, bu asli görevlerin ifa edilebilmesi için halkın da söz sahibi olacağı yani halkın temsilcilerinin denetleyeceği mekanizma ve sistemleri kurmak zorundayız.

YÖK, Herşeyden Önce Üniversiteleri Bölgeye ve Halka Bağlamanın Yolunu Bulmalı

Üniversiteler için doğru olacak olan uygulama, bir mütevelli heyeti eliyle idare edilmeleridir. Mütevelli heyetinin kimlerden ibaret olacağı da son derece önemlidir. O bölgenin/ilin sanayi ticaret odası başkanları, o bölgenin devlet temsilcileri olan vali ile belediye başkanları, o bölgenin vergi rekortmeni iki üç iş adamı heyette yer alabilir... Mütevelli heyetinde bir yandan üniversite hocaları da temsil edilmelidir. Bu temsil oranı yüzde elli civarı olmalıdır. Ayrıca öğrenci temsilcilerinin de rektör seçiminde bir yeri olmalıdır ki rektör kendisini öğrencilere karşı sorumlu hissetsin.