Hicri 10 Muharrem 61 (Miladi 10 Ekim 680) tarihinde vukua gelen Kerbela hadisesi asırlardır bütün Müslümanların ciğerini dağlamakta, aynı zamanda İslam dünyasının en dehşetli büyük yarası olarak dini ve siyasi tesirini devam ettirmektedir.

Daha önce Hz. Ali’nin (r.a.) bazı sahabilerle Cemel Vak’asında karşı karşıya gelmesi, ardından Ebu Süfyan oğlu Muaviye ile Sıffin’de savaşması, gelecek günlerdeki bu kaos ortamının habercisi gibiydi. Hz. Hasan’ın (r.a.) Hadisi Şerif’te haber verilen sulh yolunu seçmesi ve altı aylık halifelikten sonra hilafetten vazgeçmesi siyasi ortamı yumuşatmasına rağmen, Hz. Hüseyin’e (r.a.) reva görülen zulüm ve gaddarlık İslam âleminde kabili iltiyam olmayan büyük bir inşikaka sebebiyet vermiştir.

Hadiseleri sadece tarihi açıdan ve bilinen sebepler üzerinden değerlendirenler büyük bir öfkeye hatta bir intikam hissine kapılarak, bitmeyen bir matem içine girmişlerdir. Kendileri gibi yapmayanları ya ihanetle veya pasiflikle suçlamışlardır. Halbuki istikamet üzere bulunan Ehli Sünnet görüşü daima haddi vasatı takip etmiş, ifrat ve tefrite düşmekten kaçınmıştır.

Hadiselere İlahi hikmetin tecellisi olarak bakanlar; devamlı geçmişi anıp acıları ve düşmanlıkları tazeleyenlere karşı Allah’ın Hakim, Alim, Basir, Semi isimlerini hatırlatarak; tevekkül içinde ahirette tecelli edecek olan Adil, Kadir, Aziz ve Müntakim isimlerinin manasına sığınmışlardır.

Bediüzzaman Said Nursi eserlerinde her olayın zahiri sebeplerinin arkasında tecelli eden ilahi hikmetin sırlarına nazar etmiş ve Müslümanlara teselli vermiştir. Mesela Kerbela hadisesi için sorulan bir suale verilen cevabı şöyledir:
Eğer denilse: Bu kadar haklı ve hakikatlı olduğu halde, neden muvaffak olmadı? Hem neden kader-i İlâhî ve rahmet-i İlâhiye onların fecî bir âkıbete uğramasına müsaade etmiş?
Elcevap: Hazret-i Hüseyin’in yakın taraftarları değil, fakat cemaatine iltihak eden sair milletlerde, yaralanmış gurur-u milliyeleri cihetiyle Arap milletine karşı bir fikr-i intikam bulunması, Hazret-i Hüseyin ve taraftarlarının sâfi ve parlak mesleklerine halel verip, mağlûbiyetlerine sebep olmuş.
Amma Kader nokta-i nazarında fecî âkıbetin hikmeti ise:
Hasan ve Hüseyin ve onların hanedanları ve nesilleri, mânevî bir saltanata namzet idiler. Dünya saltanatı ile mânevî saltanatın cem’i gayet müşkildir. Onun için onları dünyadan küstürdü, dünyanın çirkin yüzünü gösterdi. Ta, kalben dünyaya karşı alâkaları kalmasın. Onların elleri muvakkat ve sûrî bir saltanattan çekildi; fakat parlak ve daimî bir saltanat-ı mâneviyeye tâyin edildiler. Âdî vâliler yerine, evliya aktablarına merci oldular.

Bediüzzaman yine bir mektubunda bu hadiseyle ilgili şöyle bir yorumda bulunuyor:
Aziz, Muhterem Kardeşim!
Bin üçyüz seneden beri âlem-i İslâmı ağlatan ve bütün ehl-i hakikata “Eyvahlar! Yazıklar olsun!” dediren âlem-i İslâmın en dehşetli büyük yarasını deşmek, düşünmek; benim hususî meşrebimde tahammülüm fevkınde elem veriyor.
...
Mâdem, Ehl-i Beyte zulmedenler şimdi âhirette cezasını öyle bir tarzda görüyorlar ki, bizim onlara hücumla yardımımıza bir ihtiyaç kalmıyor. Ve mazlum Ehl-i Beyt, muvakkat bir azab ve zahmet mukabilinde o derece yüksek bir mükâfat görmüşler ki, aklımız ihâta etmiyor. Değil şimdi onlara acımak, belki onları o hadsiz rahmete mazhariyetleri noktasında binler tebrik etmek gerektir ki; birkaç sene zahmetle, milyonlar mertebeler ve bâki saadetler âhirette kazandıkları gibi; dünyada da kaldıkları zamanda, ehemmiyetsiz, dünyanın fâni saltanatı ve muvakkat hâkimiyeti ve karışık siyasetine bedel mânevî birer sultan ve hakikat âleminde birer Şâh, birer mânevî Padişah makamını kazandılar. Valiler yerine, evliyalar, aktablara kumandan oldular. Kazançları, bire bin değil, milyonlardır.

EHLİ BEYTE MUHABBET

Ayet meali: “Resûl-i Ekrem Aleyhisselâtü Vesselâm, vazife-i Risâletin icrâsına mukàbil ücret istemez; yalnız Âl-i Beytine meveddeti istiyor.”
Burada kastedilen mananın sadece akrabalık muhabbeti olmadığını müfessirler beyan etmiştir. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) mübarek nesli, risalet noktasında İslamiyet’e cibilli olarak taraftardır. Hem de onun sünnetinin tatbiki ve devam ettirilmesinin manevi bekçileridir.

Bu yüzden Hz. Resulullah (s.a.v.) bir defasında şöyle demiştir: “Size iki şey bırakıyorum, onlara temessük etseniz necat bulursunuz; biri, Kitâbullah; biri, Âl-i Beytim.”

Buradaki Al-i Beyt ifadesi elbette sünnetine uymak ve onun muhafazasına çalışmak manasına gelmektedir. Öyleyse Ehli Beyt’e muhabbet, Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) ve sünnetine muhabbeti yani ittiba etmeyi gerektirmektedir.

Yine Bediüzzaman Al-i Beyt’in hususiyetini şöyle anlatmaktadır:

“Evet, Âl-i Beytin efrâdı ise, îtikad ve îmân hususunda sâirlerden çok ileri olmasa da, yine teslim, iltizam ve tarafgirlikte çok ileridedirler. Çünkü İslâmiyete fıtraten, neslen ve cibilliyeten taraftardırlar. Cibillî taraftarlık zayıf ve şansız, hattâ haksız da olsa bırakılmaz. Nerede kaldı ki, gayet kuvvetli, gayet hakikatli, gayet şanlı bütün silsile-i ecdâdı bağlandığı ve şeref kazandığı ve canlarını fedâ ettikleri bir hakikate taraftarlık, ne kadar esaslı ve fıtrî olduğunu bilbedâhe hisseden bir zât, hiç taraftarlığı bırakır mı? Ehl-i Beyt, işte bu şiddet-i iltizam ve fıtrî İslâmiyet cihetiyle dîn-i İslâm lehinde edna bir emareyi kuvvetli bir bürhan gibi kabul eder. Çünkü fıtrî taraftardır. Başkası ise, kuvvetli bir bürhan ile sonra iltizâm eder.”

ŞİA-YI VELAYET ŞİA-YI HİLAFET

“Şia” kelimesi kısaca Hz. Ali’ye (r.a.) taraftar olmak, onu desteklemek ve ona muhabbet etmek manasına gelmektedir. Yine “alevi” kelimesi de onu seven ona taraftar olanlara verilen isimdir. Elbette bu isimle anılan grupların içinde çok değişik fikirde olanlar bulunmaktadır. Dini ve siyasi olarak çok farklı görüşleri içinde barındıran “şia” kavramı, Ehli Sünnet’in Kur’an’a ve hadislere bağlı düşüncesine de ters düşmüştür.
Bir başka ifadeyle; Hz. Ali’nin (r.a.) diğer sahabilerden üstünlüğüne, onun Hz. Peygamber’in (s.a.v.) neslini devam ettiren damadı olduğuna ve ona karşı yapılan savaşların haksızlığına inanmak demektir. Böylece ona karşı aşırı bir muhabbet duymak ve neslinden gelen Ehli Beyt’e tereddütsüz taraftar olmaktır.

Bediüzzaman Said Nursi Şia’yı ikiye ayırmaktadır:

Şia-yı Velayet ve Şia-yı Hilafet.

Bu iki muhabbet ve taraftarlığın özetini şu şekilde yapabiliriz:

Şia-yı Velayet, Hz. Ali’yi “Velilerin Şahı” kabul ederek onun manevi makamını herkesten üstün görür. Ehli Beyt’in mümessili olduğu için ona karşı müfritane bir muhabbet besler. Onlar bu aşırı muhabbetlerinde mazur olabilirler. Bunun yegane ölçüsü, ona karşı duydukları muhabbet, Hulefa-yı Raşidin’e adavet etmeye yol açmasın. Yani Hz. Ebubekir (r.a.), Hz. Ömer (r.a.) ve Hz. Osman’a (r.a.) düşmanlık etmemek kaydıyla Hz. Ali’yi (r.a.) aşırı bir muhabbetle sevmelerinin bir zararı yoktur.

Şia-yı Hilafet ise, Hz. Ali’nin (r.a.) hakkı olan hilafeti diğer halifelerin onun elinden aldığını iddia etmektedir. Halbuki Hz. Ali (r.a.) bu üç halife zamanında onlara biat etmiş ve elinden geldiğince yardımcı olmuştur. Onların Şeyhülislam’ı olarak doğru bildiklerini daima söylemiştir. Onlar haksız durumda olsalar, katiyen yanlarında durmaz, karşılarında bir tavır alırdı.

Şia-yı Hilafet’in fikirlerindeki tezat Hz. Ali’yi yüceltmek değil, tam tersi onu suçlamak manasına gelmektedir. Adeta şöyle demektedirler:

“Hazret-i Sıddık ile Hazret-i Ömer haksız oldukları halde Hazret-i Ali onlara mümâşât etmiş, Şîa ıstılahınca takiyye etmiş, yani, onlardan korkmuş, riyâkârlık etmiş.” Acaba böyle kahraman-ı İslâm ve “Esedullah” ünvânını kazanan ve sıddıkların kumandanı ve rehberi olan bir Zâtı riyâkâr ve korkaklık ile ve sevmediği zâtlara tasannukârâne muhabbet göstermekle ve yirmi seneden ziyade havf altında mümâşât etmekle, haksızlara tebaiyeti kabul etmekle muttasıf görmek, ona muhabbet değildir. O çeşit muhabbetten Hazret-i Ali teberrî eder.”

Ehli Sünnet ifrat ve tefritten kaçınarak daima orta yolu tercih etmiştir. Dört halifeye de muhabbet etmiş, Hz. Ali’ye (r.a.) ve Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) sevgili torunlarına yapılan zulümleri lanetlemiştir. Ancak Haricilik ve Vehhabilik düşüncesi Hz. Ali’ye (r.a.) ve Ehli Beyt’e düşmanlık ettiği için, Aleviler Ehli Sünnet’i sorumlu tutmaya çalışıyorlar. Halbuki Ehli Sünnet, Alevilerden ve Şiilerden daha çok Hz. Ali’ye taraftardır. Onu, Hz. Hasan (r.a.), Hz. Hüseyin (r.a.) ve neslinden gelenleri herkesten daha çok sevmektedirler.

Sonuç olarak da birlik ve beraberlik çağrısı yapılmaktadır:

“Ey ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat! Ve ey Âl-i Beytin muhabbetini meslek ittihaz eden Alevîler! Çabuk bu mânâsız ve hakikatsiz, haksız, zararlı olan nizâı aranızdan kaldırınız. Yoksa, şimdiki kuvvetli bir surette hükmeyleyen zındıka cereyânı birinizi diğeri aleyhinde âlet edip, ezmesinde istîmal edecek. Bunu mağlûp ettikten sonra, o âleti de kıracak. Siz ehl-i Tevhid olduğunuzdan, uhuvveti ve ittihadı emreden yüzer esaslı rabıta-ı kudsiye mâbeyninizde varken, iftirakı iktiza eden cüz’î meseleleri bırakmak elzemdir.”