Herhangi bir arama motoruna “Akdeniz’de sular...” diye yazarak arattığınızda, “Akdeniz’de sular ısınıyor”, “Akdeniz’de sular neden ısınıyor”, “Akdeniz’de sular giderek ısınıyor”... şeklinde, hüküm ya da soru cümlesi olarak yüzlerce madde başlığı ile karşılaşırsınız.

Bu başlıklar, sadece ajitasyona ayarlanmış bir medtayik dili ifşa etmez, aynı zamanda “bu defa” Doğu Akdeniz’de keşfedilen enerji kaynaklarına bağlı olarak yükselen ulusalararası anlamazlık tansiyonuna dikkat çekerler.

Yığınlar normal seslenişlere değil ancak çığlıklara tepki verdiklerinden, söz konusu ajitasyon da zikrettiğimiz başlıklar altında, AK Parti iktidarının dış politikasını Siyasal İslamcı’lık suçlamasıyla dövmeye, Türkiye’yi uluslararası dengeleri gözetmeyen Yeni Osmanlıcı bir macera perest konumuna yerleştirmeye kadar, öfkeden köpürmüş ağızların tükürüklü kelimeleriyle ortalığa boca edilir.

“Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmama” saplantısı içindeki bir güruhun, aynı bağlamda tarihi hazıfazının silinmesi, geçmişten gelen düşmanlıkların unutulması, herkesle kardeşçe el ele yaşanması şeklinde özetlenebilecek talepleri de buna eklenince, Akdeniz’deki ısınmanın boyutları, konunun esasını da aşarak çeşitlenir.

Bu son grubun mezkur taleplerini “Madem tarih esaslı düşmanlıklar bitirilmeli, peki, Türkiye neden yarım asırdır AB kapısında bekletiliyor?” sorusuyla temize havale etsek de ayarı bozulmuş dilin Akdeniz merkezli işleyişini durdurmak zordur. Zira bu dilin sahipleri “Akdeniz’de sular ne zaman soğumuştu ki, şimdi ısınsın?” şeklindeki asıl soruyu sormak yerine, bugün zahir olan durum üzerinden, (hadi hainlikleri de bir yana) yerli oryantalistler olarak bir taşla birçok kuş vurmaya kenetlenmiş bulunmaktadır.

Oysa ki Akdeniz, varlıkla tanımlı bir sevdanın adıdır. İnsanın ilk eylem sahasıdır; ilk topluluklar Doğu Akdeniz sahillerinde oluşmuş, ilk iktidarlar (devletler) periferisini de kapsayacak şekilde burada kurulmuştur. Tarımdan teknolojiye, üretimden ekonomiye... her yenilik burada vuku bulmuş ve dolayısıyla Akdeniz’e hakim olmak dünyaya hakim olmakla eş anlamlı bir hale gelmiştir.

Bu nedenle, Büyük İskender dahil Batı’da hakimiyet kurmuş hiçbir kral yoktur ki, Akdeniz’de hakimiyet kurmayı düşünmemiş ve buna teşebbüs etmemiş olsun. Buna mahsus tarihi de parantez içine alarak bugünkü Akdeniz’e (havzasının tamamına) kimin hükmettiğine bakmak bile bu sonucu teyit etmeye yeterlidir:

Cebel-i Tarık’ta, aynı adlı tepeden ibaret daracık bir alan İngilizler’in kontrolündedir. Diğer bir söyleyişle, Akdeniz’den Atlas Okyanusu’na ve aksi istikamete çıkan her gemi İngilizlerin bilgisinde ve takibindedir. Bunu Kıbrıs, Mısır, İsrail başta gelmek üzere bizim bölgemizde garantörlük / hamilik esasıyla İngilizlerin kurduğu hakimiyetle birlikte düşünüldüğümüzde ise Akdeniz havzasının bugünkü asıl sahibi hemen anlaşılacaktır.

Bundan hareketle diyoruz ki, fi tarihinden, İngilizleri bugünkü rollerine taşıyan süreçleri doğru okumadan ve illa ki, bir büyük vatan telakkisiyle, Doğu Akdenizlilik bağıyla Akdeniz’in sevdalısı olmadan “Akdeniz’de sular ne zaman soğumuştu ki, şimdi ısınsın?” sorusunu sormak ve yeni(lenen) konuları doğru anlamak da mümkün değildir.

Nitekim, Fernand Braudel de, II. Felipe Döneminde Akdeniz ve Akdeniz Dünyası adlı, (hapishane de yazdığı) muhteşem doktorasını kitaplaştırırken, “Akdeniz’i ihtirasla sevdim” cümlesiyle başlatır, şu tespitine esas önsözünü:

“Öyle sanıyorum ki Akdeniz, insanların gördüğü ve sevdiği haliyle, kendi geçmişi hakkında olabilecek en büyük belge olarak karşımızdadır.” (Doğu Batı Yayınları, İstanbul 2017, 2018)

“Kendi geçmişimiz” ise, kendilik bilincimizle mukayyettir ve bu bilinç, bilinmeyen bir geçmişin içinden sürekli olarak filizlenen yeni bir fidan gibidir.

Burada “bilinmeyen”den kastımız, tahayyülümüzün, tefekkürümüzün ve aidiyet duygumuzun kapsa(n)ma düzeyiyle ilgilidir.

Benim için Akdeniz’in tarihi ve sevgisi Kudüs’le başlar. Kudüs’ün bilinen tarihi ise MÖ 4000’li yıllara dayanır. Urfa’nın Haçlılar’ın işgalinden kurtarılışından sonra bir alimin dilinden dökülen “Urfa umman ise sahil Kudüs’tür” sözü beni doğrudan Akdeniz’e bağlar.

İberya’yı yedi yılda fetheden Müslümanlar, bu irade ve gayretlerini Akdeniz’in dalgalarını da hareketlendiren İslam rüzgarından devşirmişlerdir.

Haçlılar’ın 1085’te Tuleytula’yı (Toledo’yu), 1099’da Kudüs’ü işgali etmelerine sebep olan rüzgar da yine Akdeniz merkezlidir.

Oruç, Hızır, Turgut... resilerin nefesidir Akdeniz’i bizim iman iklimimize uygun olarak ısıstan...

İnebahtı şehitlerinin kanıdır Akdeniz’i bizim bayrağımızın rengine boyayan...

Bunlardan hareketle diyoruz ki, kolunu verme karşılığında kişiliğini satın alan İberya’lı Miguel De Cervantes’ten (ö. 1616), İnebahtı resim serisiyle sanatının zirvesine ulaşan Amerikalı ressam Cy Twombly’den çok çok daha fazla Akdeniz’i sevmeyenler, onun sıcaklığını yüreğinde hissetmeyenler Akdeniz hakkında konuşmayı hak edemezler.

Akdeniz’de suların soğumasını bekleyenler ise, insanlığın tükenmesini bekleyenlerdir.