ELHAMRA

 ·         Elhamra bütün dünyaya haykırıyor:

VELA GALİBE İLLALLAH

·         Osmanlı Endülüs’e yardım etti mi?

·         Sultan II. Bayezid ve Şehzade Cem

·         Merhum Sezai Karakoç’un Endülüs Mersiyesi

·         İspanya’nın yüzkarası: Engizisyon Mahkemeleri

 Nurettin Taşkesen

Uzak diyarlardan ve çağlar ötesinden derin ve sessiz bir çığlık duyuluyor. Bu çığlık, zulüm gören bir milletin feryadı mı, dinini yaşamak isteyenlerin Engizisyon işkenceleri altında inlemesi mi, yoksa asırlarca vatan tuttukları ülkelerinden sürgün edilenlerin haykırışları mı? Cevap: Hepsi veya hiçbiri.

Bu çığlık, 800 yıl süren büyük İslam Medeniyetinin, “Avrupa’nın en büyük üstadı olan” Endülüs’ün diniyle, diliyle, kültürüyle, gelenekleriyle acımasız bir şekilde yok edilişinin feryadıydı.

2 Ocak 1492 günü Katolik Krallara altın tepsi içinde Elhamra’nın anahtarları sunulduktan sonra, İber Yarımadası’nda yüz yıldan fazla sürecek, baskı, işkence, zulüm, katliam, sürgün kısaca engizisyon devri başlamış oluyordu.

Son Beni Ahmer Sultanı Ebu Abdullah, Gırnata’dan ayrılırken şehrin güneyinde Büşşerât’a (Alpujarras) giden yol üzerindeki son dönemeçte Gözyaşı Tepesi’nden geriye dönüp Elhamra’ya bakarak ağlamaya başlamıştı. Bunu gören annesi Ayşe Sultan ona: “Erkekler gibi savunamadığın ülken için şimdi kadınlar gibi ağla” demişti.

Mehmet Âkif Ersoy ise mısralarında bunu şöyle dile getiriyordu:

Endülüs tâcı elinden alınan bahtı kara,

Savuşurken, o güzel mülkü verip ağyâra,

Tırmanır bir kayanın sırtına, etrâfa bakar.

Bırakıp çıktığı cennet gibi zümrüt ovalar,

Başlar ağlatmaya bîçâreyi hüngür hüngür!

Karşıdan valide sultan bunu pek haklı görür,

Der ki: “Çarpışmadın erkek gibi düşmanlarla;

Şimdi, hiç yoksa, kadınlar gibi olsun ağla!”

***

Müslümanların sekiz asır süren hakimiyetlerinin taht kavgaları yüzünden sona erişinin hazin hikayesi içinde; askeri ve siyasi zafiyete rağmen, Endülüs’te ortaya koydukları sanat ve mimarideki mükemmel eserler göz kamaştırmaktadır. Bu mimari eserlerin en önemlisi “Endülüs’ün son kalesi” Elhamra’dır. Bu muhteşem kale-sarayın nakışları arasında belki binlerce defa tekrar edilen bir ibare, yegâne galip olanın sadece Allah olduğunu bütün dünyaya haykırmaktadır:

VELÂ GALİBE İLLALLAH

***

OSMANLI ENDÜLÜS’E YARDIM ETTİ Mİ?

3 Mayıs 1481 tarihinde İstanbul fatihi Sultan II. Mehmed 49 yaşında aniden vefat edince, yerine büyük oğlu II. Bayezid padişah oldu. Fakat Bayezid’in küçük kardeşi Karaman Sancak Beyi Şehzade Cem’in tahttan vazgeçmeye hiç niyeti yoktu. Babasının veliahtlığı kendisine verdiğini, ağabeyinin tahtı gasp ettiğini iddia ederek II. Bayezid’e karşı asker toplayıp Bursa üzerine yürüdü. Burada kaldığı müddetçe kendini padişah ilan ederek, adına para bastırıp hutbe okuttu. Ancak Haziran’da Yenişehir’de Sultan Bayezid kuvvetleri karşısında mağlup oldu.

Şehzade Cem, Anadolu’da yeterli destek bulamayınca, Mısır sultanının daveti üzerine Kahire’ye gitti. Bu arada hac farizasını yerine getirdi. Karamanoğlu Kasım Beyle haberleşerek tekrar Anadolu’ya geldi. Konya’yı ele geçirmeye uğraştıysa da başarılı olamadı. Etrafındaki taraftarları dağılınca, 30 kişi kadar yakın adamıyla Rodos’a sığındı. Burada Rodos şövalyeleri tarafından törenle karşılanan Cem Sultan, onların desteğini alarak Rumeli’ye geçmeyi ve ağabeyi Bayezid’e karşı taht mücadelesini sürdürmeyi ümit ediyordu.

Rodos şövalye reisi Pierre d’Aubusson Cem’e yardım etmek yerine onu Osmanlı Devletine karşı bir koz olarak kullanmak için, Papa’ya, Napoli ve Macar Krallarına haber göndererek onların fikirlerini sordu. Durumu haber alan Sultan Bayezid, Cem’in kontrol altında tutulması için Rodos şövalyelerine 40 bin altın gönderdi. Venedik’le de anlaşarak Cem’e yardım edilmemesi karşılığında onlara vergi kolaylıkları sağladı. Şövalyeler Bayezid’e verdikleri sözü tutarak Cem’e destek olmadılar ve onu Fransa’ya gönderdiler.

Cem’in bu olaylı esareti, Papa, Napoli ve Macar Kralı ile Memlük Sultanının da çok ilgisini çekiyordu. Her biri kendi menfaatine göre Osmanlı Devleti’ne karşı Cem’den nasıl istifade edeceklerini düşünüyordu. Sultan Bayezid ise Cem’in sağ olarak iade edilmesi için çeşitli teşebbüslerde bulunuyordu.

İşte böyle bir ortamda 1486 yılında, Endülüs elçileri İstanbul’a gelerek padişahın huzuruna çıktılar. Büyükelçi yanında getirdiği, Sultan Ebu Abdullah’ın mektubunu II. Bayezid’e takdim ederek, Endülüs’ün yürekler yakan elim durumunu şöyle açıkladı:

- İstanbul’un, Anadolu’nun, Rumeli’nin, denizlerin ve karaların hakimi, İslam diyarlarının ümidi, Müslümanların hamisi, Fatih Sultan Mehmed Han oğlu Sultan Bayezid’e; Endülüs’ten Gırnata’dan mazlum Müslümanlardan selam getirdim. Padişah hazretleri, Osmanlı Devleti’nin Kostantinopolis’i fethedip İstanbul yapması dünyanın dört bir yanındaki Müslümanları sürura gark ettiği gibi, biz mağdur ve mazlum Endülüs halkına da yeni bir ümit kaynağı oldu. Sekiz asır boyunca Avrupa’nın en batısında İslam’ın sancağını dalgalandıran Endülüs, çok zor günler geçirmektedir. Katolik Krallar, Papa’dan ve Avrupa Hıristiyanlarından aldıkları cesaret ve güçle, çoğu şehirlerimizi ele geçirip Müslümanlara eziyet etmekteler. Endülüs’ün son şehri Gırnata ise sürekli baskı altında tutulmakta, her an işgal edilme tehlikesi ile karşı karşıya bulunmaktadır. Şimdi müsaade ederseniz size Endülüslü şair Ebül Beka’nın bir şiirini takdim etmek istiyorum.

Sultan bir müddet durdu, sonra eliyle elçiye devam etmesini işaret etti.

 FERYADNAME

“Çıkan iner, kalkan düşer, her yükselişin var bir sonu

Niçin bunca gurur maldan, mülkten, addan sandan insanoğlu.

Oluşta ne var ki olduğu gibi dursun, hiç değişmesin.

Sen de gök gibisin, bir gün masmavi güneşlik, bir gün bulutlu.

Bu dünya kime kalmış, yaramış ki kalsın yarasın sana da.

Yok hiçbir çizgisinde bu yeryüzünün ölmezlik rengi ve ölmezlik kokusu

Zaman bu, ona ne kılınç kını dayanır, ne meşhur kaleleri sultanların.

Kınlar eskir, kaleler çürür, o kaleler dünyanın en sarp yurdu

O taçlar, o devletler, o mülkler saltanatlar, bir rüyadır artık

Her biri, hayalden geçen gölge gibi, zamandan geçip durdu.

Endülüs’e öyle bir felâket çöktü ki, yok bir eşi.

Dehşetinden Medine'de Uhud, Necid'deki Şehlan dağları yerinden oynadı,

Bir deprem ki, yer yarıldı arz boyu.

Ah! Yarımadada İslâm’a göz değdi, yağdı belâ yağmur gibi.

Şimdi o canım Endülüs şehirlerinde, İslâm’ın ne namı var ne nişanı;

Sanki hiç olmamıştı, sanki baştanberi yoktu.

Belensiye’ye bir sor, Mürsiye’nin hali nicedir?

Şâtibe’nin başına gelenler? Ceyyan ne oldu?

Ah! Yarımada’da İslam’a göz değdi, yağdı belâ yağmur gibi.

Şimdi o canım Endülüs şehirlerinde,

İslam’ın ne namı var ne nişanı.

Yüce İslam, yârinden ayrılmış bir genç gibi.

Güçlü bir genç gibi, sessiz fakat gözünde gözyaşı dolu.

İslâm’dan boşalıp inkâr karanlığıyla dolan

Endülüs için, ulu İslam, karalar bağladı, gece gündüz yas tuttu.

Cami kilisedir artık, hilâl yerine haç asılı

Nur yüzlü ezan yerine, bitmeyen bir çan sesi, bir baykuş uğultusu...

Mihraplar ki taştandır, minberler ki ağaçtan,

Canlı cansız ne varsa bu hâle inledi durdu.

Endülüs’ün başına gelen felâket tarihin bütün felâketlerini unutturdu;

Ama dünya durdukça unutulmayacak, yâd edilecek bir felâkettir bu!

(Tercüme: Sezai Karakoç)

MERHUM SEZAİ KARAKOÇ’UN ENDÜLÜS’ÜN KAYBI VE

BU MERSİYE ÜZERİNE DEĞERLENDİRMESİ

Miladın 15. Hicretin 8. yüzyılındayız. Haçlı Seferleri, Cengiz ordularının akını, Doğu Napolyonu Timur’un yürüyüşü, İslam ülkelerini kökünden sarsmış, harap etmiş, yaralamıştır. Rüyaların bile hülyasına cesaret edemeyeceği o canım, güzelim, o büyük medeniyet yakılıp yıkılmıştır.

Ne yapılırsa yapılsın, ne olursa olsun ölüme yenilmeyen müslümanlar yer yer, küçük küçük de olsa devletlerini kuruyorlar, onarıyorlar. Bunların içinde yalnız bir tanesi vardır ki, en kısa zamanda, Timur’un öldürücü vuruşunu da tattığı halde, dünyanın en büyük devleti olmuş ve olma yolunda: Osmanlı Devleti. Ama, o da henüz İslam dünyasının merkez çatısını kurmaya çalışıyor ve denizaşırı ülkelere büyük çapta ve sonucu değiştirecek ölçüde yardım etmek imkanından veya zamanından mahrum.

Bir de ortalıktaki sulh ve sükun ihtiyacı hesaba katılsın. Ve Cem’in talihsiz, büyük şartların kurbanı şehzadenin Devlet başına açtığı iş düşünülsün. İşte, İslamın merkez alanı bu durumdayken, parlak islam medeniyetinin en seçkin dönemlerinden biri, en kanlı bir akşamın son levhalarından biri gibi, tarihte örneksiz bir facianın son günlerindedir.

Eşya ve ruhun birbirine en yakın olduğu, birinin öbürünün diline en çok çevrilebildiği bir nüanslar, incelikler, zariflikler medeniyeti olan Endülüs’ün son dakikaları, hatta son saniyeleridir. Kanlı hıristiyan, kızıl inkâr, onmaz barbarlığın mahv ettiği Endülüs’ün…

Kurtuba, Belensiye, Mursiye’den eser yok.

İslam Endülüs’te kendi üstüne katlana katlana, kendi içine sığışa sığışa, kendi içine çekile çekile, kendine doğru çekile çekile Gırnata’dan ibaret kalmıştır. İşte, onun da kapıları, Korkunç Ferdinand’ın omuzları, ordusuyla zorlanmaktadır. Artık sağ, sol, ön, arka, dört yan düşmandır. Avrupa’da merhamet, Afrika’dan ümit yoktur.

Endülüs Emevi Devleti yıkıldıktan sonra kalan beylikler, kendilerini bekleyen korkunç sonu hiç düşünmeksizin, küçük hesaplar, kıskançlıklar içinde birbirlerini yiyip bitirmişler, bundan faydalanan hıristiyan krallıklar her birini teker teker almış, eşsiz medeniyeti imha etmiş, sarayları, medreseleri, kütüphaneleri, evleri, yuvaları yıkmıştı.

Kitapları yakmış, insanları ateşe atmıştı.

Koca Endülüs’ten geriye bir toz toprak bulutu içinde çığlık atan kadınlar ve çocuklar, kaçışan hayaletler ve çağın kulağında çınlayan, asırlarca çınlayan feryatlar uğultusu kalmıştı. Ve daha insanı acıdan boğan nice gerçekler, nice fâcialar… Kalan son şehir Gırnata’nın hükümdarı bir elçiyle Sultan Bayezid’ten yardım istemişti.

İstanbul’a gönderilen elçi ve heyetin Padişaha sunduğu Kaside de, işte, Endülüs’ün o trajik çağ şairlerinin en büyüklerinden Ebu’l-Beka Sâlih b. Şerif’in Endülüs Mersiyesi’dir. Fakat yukarıda söylenen sebepler ve o zaman deniz gücümüzün henüz yeteri kadar gelişmemiş olması yüzünden istenilen yardım yapılamamış ve Gırnata da sırtlana taş çıkartan kan düşkünü Ferdinand ve isterik Izabel’in eline geçmişti.

Artık onların işlediği cinayet, anlaşmalara aykırılık, yakıp yıkmayı düşünmek, bir tarih kitabında, en soğuk bir ışık altında okumak bile insanı küle çevirebilir. Ancak daha sonra ve Barbaros’un çalışmasıyladır ki, birçok müslümanı kurtararak Afrika’ya taşıyabilmişizdir.

İşte bu Kaside, o günlerin, bir medeniyetin mersiyesidir. Muhteşem bir medeniyet ki, son sayfasını bu üstün kaside teşkil etmektedir. Son yaprağı budur. O medeniyeti gözden geçiren bir insan, bu kasideyi de okur ve kitabı kapar. Böyle bir medeniyete lâyık anıt bir mezartaşıdır bu.

Bu kaside, ateşle pişen bir çelik gibi yüce ve sağlam bu kaside, bu acı deneyleri geçirenlerin büründüğü tevekkül içinde zamanın ve tantananın, her türlü fâni saadetin geçiciliğini dile getiriyor ve Endülüs’ün başına gelenleri anlatarak iyi durumda bulunanları uyarıyor, çağırıyor.

 (Sezai Karakoç, İslam’ın Şiir Anıtlarından, Diriliş, İst. 1985, s. 17-19)

İSPANYA’NIN YÜZKARASI: ENGİZİSYON

Gırnata Başpiskoposu Hernando de Talavera ile  yardımcısı Rahip Francisco Ximenes’in başını çektiği Engizisyon Mahkemeleri, insanlık tarihinin zulüm anıtlarıdır. Aslında bu işkence mekanlarına mahkeme demek mümkün değildir. Bu zalimler kadrosu tarafından tamamen keyfi bir şekilde, insanların sadece yaşantıları değil, inançları, düşünceleri hatta samimiyetleri sorgulanıyor, her biri insanlık suçu sayılabilecek türlü işkencelerle zavallı sahipsiz Müslümanlar dinlerinden döndürülmeye çalışılıyordu.

Canını kurtarmak için vaftiz olanlar sürekli gözetim altında tutuluyor; namaz, oruç, Kur’an okuma gibi ibadetler yaptığı veya domuz eti yememe, içki içmeme gibi suçlar (!) işlediği tesbit edilenler, tekrar soluğu Engizisyon’da alıyordu. Bu defa daha ağır işkenceler görüyor, ıslah olmayacaklarına kanaat getirilenler ise ateşe atılmak üzere meydanlara sevk ediliyordu. İspanya engizisyonunda papalık tarafından bir müşahit olarak görevlendirilen Lorento, bu ülkede 1481 -1517 yılları arasında 13.000'den fazla insanın diri diri yakılma cezasına, yaklaşık 200.000 kişinin de başka cezalara mahkum edildiğini bildirmiştir.

Bu Katolik zalimler, sadece insanlara değil, kitaplara da düşman olmuşlardı. Dini muhtevalı olsun olmasın bütün Arapça kitapları toplatıp, halkın gözü önünde meydanlarda yaktılar. Bu şekilde yakılan kitapların sayısının bir milyona yaklaştığı ifade edilmektedir. Nitekim İspanya kralı II. Filip (1556-1598), daha sonraları Endülüslülerden geri kalan yazma eserleri toplamak istediğinde ancak 2500 kitap bulabilmişti.