Geçmişini iyi bilmeyenler, mazisinden utanç duyanlar ve başkalarına hayran olup bilinçsizce taklide çabalayanlar geleceğe ümitle bakamazlar. Dünyada bir benzeri olmayan garip bir uygulama ile ülkemizde geçmişe dair ne varsa yok saymaya, unutturmaya veya inkar etmeye çalışanlar; bu boşluğu doldurmak için Avrupa Medeniyetini bir ideal hatta bir inanç sistemi haline getirip insanları buna tapınmaya zorladılar. Yüzlerce yıllık ilmi birikimi, binlerce kıymetli ilim adamını, milyonlarca eşsiz kitabı, tarihin karanlık köşelerinde hapsedip, hafızasını sildikleri milletimizin yabancı ideolojilere köle olacağını zannettiler.

Sistemin işleyişi, kısa ve uzun vadeli olarak iki metotla yürüyecekti. Birincisi yetişkinlerin bütün bildiklerini unutması (isteyerek veya cebren), ikincisi ise yeni nesillerin istedikleri doğrultuda yetişmesi. Birinci metodun uygulaması çeyrek yüzyıl devam etti. İkinci metot ise eğitim ve öğretim ile tüm öğrencileri kapsamaktaydı. Özellikle ders kitapları bu yeni inanç sisteminin amentüsü gibi hazırlanmıştı. Temel olarak iki değişmez kural vardı: Pozitivizm ve batıcılık.

Pozitivizm; görünüşte tarafsız ve bilimsel (!) olmasına rağmen materyalizm ve ateizmin hizmetinde olan, dini ve metafizik hiçbir olguyu kabul etmeyen tam inkarcı bir zihniyeti temsil ediyordu. Batıcılık ise; insanlık tarihinde geçmişten bugüne meydana gelen ilmi ve teknolojik gelişmelerin, icat ve keşiflerin tamamının Avrupa’ya ait olduğunu ileri süren, hatta bunu isbat etmek için uğraşan bir ideolojiye dönüştü.

Bu şartlar altında yetişen öğrenciler ve gençlerin nasıl düşündüğünü ve neye inandığını tahmin etmek bile çok üzücü. İşin çok daha üzücü tarafı ise aynı sistemin, gizli bir el tarafından hala uygulandığını ve yürürlükte olduğunu görmek.

Bu gençler aldıkları eğitim gereği; ilk mikrobu bulan kişinin Pasteur, ilk uçağı yapan mucitlerin Wright kardeşler, Amerika'yı ilk keşfeden seyyahın Kristof Kolomb ve kan dolaşımını bulan kişinin Miguel Serveto olduğunu öğrenecek ve inanacaklar. Çünkü onlara ne okulda ne de okul dışında Akşemseddin'i, İbni Firnas'ı, İdrisi'yi ve İbnünnefis'i öğretmedik. Sonuçta bizim geçmişte sadece dini ilimler okuyup, tekkelerde zikir çekip, teknolojiye "gavur icadı" diye karşı çıktığımıza inanan bir nesil yetişti. İlim ve teknikteki bütün icat ve keşiflerin yabancılara ait olduğuna yürekten inanan ve kendi milleti, dini ve kültüründen utanç duyan ve aşağılık kompleksine kapılmış insanlar, şu anda ülkemizde makam sahibi yönetici durumuna geldiler.

***

Şimdi önemli bir ilim adamından çok çarpıcı bir örnek vermek istiyorum:

Merhum Prof. Dr. Fuat Sezgin Hocamızın meşhur şarkiyatçı Helmut Ritter'le ilgili bir hatırası:

"1943 yılında İstanbul Üniversitesinde Şarkiyat tahsiline başladığımda, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük şarkiyatçısı olarak tanınan Hellmut Ritter'in öğrencisi olmak şans ve nimetine kavuştum. Bana ve fazla tembel bir öğrenci olmadığıma inanınca doğal bilimlerle özellikle matematikle ilgilenmemi, modern matematiğin temelinde İslam bilginlerinin kitaplarının bulunduğunu söyledi. Misal olarak el-Harizmi, İbn Yunus, İbn el-Heysem ve el-Biruni'nin adını andı. Onların batı dünyasında tanınan en büyük bilginler olduğunu söyledi. O gün eve gittim. Çok zor, uykusuz bir gece geçirdim.

Bir taraftan genç hafızamda eve götürdüğüm dört addan başka çok şey bilmek aşkı, öbür taraftan, ilkokula başladığım haftalarda süslü püslü hanım öğretmenimden duyduğum: "İslam bilginlerinin dünyanın bir öküzün boynuzu üzerine oturduğuna inandıkları" sözü benim için bir dönüm noktası oldu. Sabahın olmasını, hocama çok şeyler sorma saadetine kavuşma anını sabırsızlıkla bekledim."

İşte genç neslimizin eğitim ve kültür yoluyla maruz kaldığı ve kendi dininden, tarihinden, ecdadından ve bütünüyle geçmişinden soğutulmasına sebep olan resmi ideolojinin en açık örneği. Tembelliğimizin adını gericilik koyarak, suçu dinimize atmak ve ilerlemeyi ancak İslam'dan uzaklaşarak sağlayabileceğimizi sanmak bulaşıcı bir hastalık gibi yayıldı. Bunun sonucunda kendi geçmişimizi unutarak, hatta kötüleyerek, ilim ve teknolojideki bütün gelişmelerin batılılar tarafından yapıldığına inandık.

"Genellikle Müslümanlar, özellikle de Türkler, İslam kültür dünyasının bilimler tarihindeki yerini ya çok az biliyorlar, ya hiç bilmiyorlar veya bu kültür dünyasına karşı çok yanlış görüşler taşıyorlar."

Fuat Sezgin Hocamızın bu teşhisi, hastalığın ne kadar yaygın olduğunu hatta hastaların hastalığa inanmadıklarını da gösteriyor. Onun ömrünü vererek ortaya koyduğu ciltler dolusu kitaplar, Müslüman ilim öncülerinin yaptığı çalışmalarla insanlığa ne kadar büyük hizmetler ettiğini ortaya koymuştur. Kendi hocası Helmut Ritter gibi insaflı şarkiyatçılar (müsteşrik, oryantalist); Müslümanların Bilim Tarihi'ndeki yerini dile getirdikleri halde, bizdeki batı zihniyetli sözde aydınlar hâlâ bu gerçekleri görmezden gelmeye devam ediyorlar.

***

İkinci örneği ise batılı bir ilim insanı ve araştırmacıdan vermek istiyorum:

Alman Felsefe Doktoru Sigrid Hunke'nin (Öl. 1999) yazmış olduğu, Avrupa Üzerine Doğan İslam Güneşi, gerçekleri dile getiren, karşılaştırmalı bir araştırma kitabı. Almanca yayınlanan bu eser, Fuat Sezgin'in de dikkatini çekmiş ve kardeşi Servet Sezgin'e göndererek tercüme etmesini istemiş. Böylece bu çok kıymetli kitap 1972'de Bedir Yayınevi tarafından neşredilmiş.

Konuya ilgi duyanlara bu kitabı mutlaka okumalarını tavsiye ediyorum. Ama yine de kitabın muhtevasından kısaca bahsetmek istiyorum.

Dr. Sigrid Hunke, Müslümanların batıya hediye ettiği Arapça isimlerden başlayıp, dünyada sayıların yazılma tarzını, özellikle de sıfırın nasıl icad edildiğini anlatıyor. Astronomide ve tıpta Müslüman alimlerin yaptığı buluşların, Avrupalı mucitler tarafından nasıl yüzyıllar sonra sahiplenildiğini hatta çalındığını belgelerle ortaya koyuyor. Matematikte bilinmeyenin sembolü olarak kullanılan “x” harfinin hikayesini şöyle anlatıyor:

“Matematikte isimsiz bilinmeyene Müslümanlar “şey” demişler, kısaltma olarak da “ş” harfiyle göstermişler. “Ş” sessiz harfini İspanyolca’da “x” harfi karşılamaktadır. Bugün hala hepimiz Müslümanların bulduğu “şey”i, Avrupa’nın değiştirdiği “x” olarak öğreniyoruz.”

***

İslam coğrafyasında yetişen yüzlerce belki de binlerce ilim adamı ve araştırmacıdan alfabetik sıraya göre altısının isimlerini ve buluşlarını yazarak, iddiamızın somut delillerini ortaya koyalım:

AKŞEMSEDDİN (1389-1459): Pasteur'dan 400 sene önce mikrobu bulan alim. Hastalıkların mikroplar vasıtasıyla insandan insana bulaştığını tesbit edip, bunu kitabında yazmıştır. Maddetül Hayat isimli kitabındaki ifade şöyledir:

"Hastalıkların insanlarda teker teker ortaya çıktığını sanmak hatalıdır. Hastalık insandan insana bulaşmak suretiyle geçer. Bu bulaşma gözle görülemeyecek kadar küçük, lakin canlı tohumlar vasıtasıyla olur."

ALİ KUŞÇU (1403-1474): 15. Yüzyılın Batlamyus'u olarak tanınan meşhur astronomi ve matematik alimi. Uluğ Bey ve Kdızade Rumi'den ders almıştır. Semerkant Rasathanesi müdürlüğünü yapan Ali Kuşçu, Fatih Sultan Mehmed’in davetiyle İstanbul’a geldi ve Ayasofya Medresesine müderris (profesör) tayin edildi. Astronomi ile ilgili çok kıymetli eserler yazan Ali Kuşçu, Risale fil-fethiye'de dünyanın eğimini 23 derece 30 dakika olarak ölçmüştür. Bu hesap gerçek değer olan “23 derece 27 dakika”ya çok yakındır.

 BETTANİ (859-929): Trigonometrinin gerçek mucidi olan Bettani Harran'da doğdu. Sinüs ve tanjant tabirlerini ilk kullanan alimdir. Ayrıca güneş yılını sadece 24 saniye farkla hesapladı. Kitabüz-Ziyc adlı astronomi eserini daha 13. Yüzyılda İspanya Kralı X. Alfonso, İspanyolcaya tercüme ettirdi. Astronomiye yaptığı hizmetleri takdir edenler, ay yüzeyinde bir yere “Albategnus” (Bettani) adını verdiler.

BİRUNİ (973-1061): Çok çeşitli alanlarda başarılı eserler veren Biruni, Harizm’de doğdu. Yaşadığı çağa “Biruni asrı” denen, astronom, matematikçi, fizikçi, tabip, tarihçi ve coğrafyacı. El-kanunül Mes’udi adlı eserinde kendi devrinde arzı merkez kabul eden anlayışa karşı dünyanın güneş etrafında dönmesi durumunun astronomik olguları değiştirmeyeceği görüşünü savundu. Tahdidü nihayatil emakin adlı eserinde ise enlem ve boylamları hesaplama, şehirler arası mesafeleri belirleme ve kıble bulma metodlarını belirlemiştir. Bu eseriyle jeodezi ilminin kurucusu sayılmaktadır.

CABİR BİN HAYYAN (721-815): Tus’ta doğmuş, hayatının büyük kısmı Kufe’de geçmiştir. Tıp, astronomi, matematik ve felsefe alanlarında çalışmalar yapmışsa da asıl uzmanlık alanı kimyadır. Deneyler sonunda elde ettiği tecrübelerini paylaşarak, kimyayı sistemli bir ilim dalı haline getirmiştir. Batılıların “Geber” adını verdikleri Cabir bin Hayyan’ın külliyatı 13. Ve 14. Yüzyıllarda Latinceye tercüme edilmiş ve modern kimyanın gelişmesine çok büyük katkısı olmuştur.

CEZERİ (1136-1206): Dünyada ilk defa mekanik otomat sistemlerinden söz eden ve bu fikirlerini uygulayan mühendis ve ilim adamıdır. Artukoğulları zamanında Cezire’de doğdu. Cezeri otomatik olarak çalışan bazı cihazlar yaptı. Bunları zamanın hükümdarı Nasırüddin Mahmud’a takdim etti. O da emeklerinin boşa gitmemesi için bu yaptıklarını bir kitapta yazmasını istedi. İşte Cezeri’yi dünyaya tanıtan Kitabül Hiyel bu şekilde yazıldı. Hidromekanik sistemle ve yerçekimi ile çalışan makinelerin çizimlerinin yer aldığı kitapta, çeşitli su saatleri, havuzlar, fıskıyeler, kuyudan veya nehirden su çeken aletler ve müzik otomatları bulunmaktadır. Yaptığı diğer çalışmalar şunlardır: Kapalı kum kutuları içinde döküm yapılması (Avrupa’da 16. Yüzyılda başlamıştır), konik vanalar (Leonardo da Vinci 300 sene sonra söz etmiştir), suyu belli zamanda otomatik boşaltan kaplar.

(NOT: İnşaallah, ikinci yazımda 15-20 ilim öncüsünü daha kısaca tanıtmaya çalışacağım.)