Yıllar su gibi akıp gitse de, uzaktan ah vah edenler unutsa da, bizler yıldönümlerinde hatırlayıp üzülsek de; kan ve gözyaşıyla geçen 55 yılı bir de Filistinlilere sorun bakalım! Acaba Kudüs’te, Batı Şeria’da, Gazze’de yarım asırdır gençler, yaşlılar, çocuklar ve çilekeş kadınlar ne acılar yaşadı? Hayat onlar için ne kadar zorlu geçti?

Şehitler yüce makama ulaşıp dünyayı terk ederken, geride bıraktıkları analar, eşler ve yetimlerin sıkıntıları…

İşgalci Siyonistler tarafından evleri başlarına yıkılan insanların kulakları yırtan acı çığlıkları…

Allah yolunda cihad etmekten başka gayesi olmayan esir gençlerin, işgalci zindanlarında geçen ömürleri…

Babasını bir daha görüp göremeyeceği belli olmayan küçük kızın “üridü ebî” (babamı istiyorum) feryatları…

Yüz binlerce (şimdi milyonlarca) mültecinin hayatla ölüm arasındaki dramları…

Zalim işgalcileri hiçbir zaman insafa getirmedi. Çünkü onların taşlaşmış kalplerinde merhametin zerresi bile kalmamıştı.

Peki ama bu hazin tablolar, ümmetin yüreğini hiç mi sızlatmadı?

Hiç mi tatlı uykumuzu kaçırmadı?

Doymak bilmeyen iştahımızı bir kere olsun kesmedi mi?

Kahkahalarımızı, hıçkırıklara dönüştüremedi mi?

Hissizlikten kurumuş göz pınarlarımız, iki damla yaşı Allah rızası için gönülden dökemedi mi?

Hani mü’minler kardeşti?

Hani “Kudüs işgal altındayken bir Müslüman nasıl gülebilir, nasıl rahat uyuyabilir, nasıl tıka basa yiyebilir” diye Selahaddin Eyyubi’nin bir sözü vardı?

AH KUDÜS! AH FİLİSTİN!

Senin dramın 55 yıl önce değil, aslında 105 yıl önce başlamıştı.

İslam’ın ezeli düşmanı İngilizler, türlü oyunlarla önce Mısır’ı, ardından 1917’de Gazze, Kudüs ve Filistin’i işgal etmişlerdi. Barış ve huzur içinde geçen Osmanlı asırları bitmiş, kan, gözyaşı ve zulüm, kutsal toprakların üzerine bir kabus gibi çökmüştü.

Yavuz Sultan Selim’in himayesine alarak baş tacı ettiği Kudüs, Filistin ve Hicaz; son Haçlıların işgaline uğramış, merhum Sultan Abdülhamid Han’ın yıllarca Yahudi tasallutundan koruduğu kutsal topraklar, Siyonistlerin cirit attığı bölge haline gelmişti. 1922’den 1948’e kadar Filistin Manda Yönetiminin başına getirilen İngiliz valileri, Siyonistlerin emir eri gibi çalışmış, Müslümanlara ise köle muamelesi yapmıştı.

İngilizler en sonunda o güzelim şehirleri, Kudüs’ü, Yafa’yı, Hayfa’yı, Akka’yı, Taberiye’yi, Nablus’u, Gazze’yi, Askalan’ı, Bi’rüssebi’yi Siyonistlere peşkeş çekip, bir günde kurdurdukları İsrail’e Filistin’i teslim ederek arkalarına bakmadan gittiler. Böyle bir senaryo dünyanın hiçbir yerinde görülmedi. Önce Müslümanların asırlardır yaşadıkları vatanlarını işgal ettiler. Sonra zulüm, baskı ve terörle kurulan yönetim sayesinde bu toprakları dışarıdan gelen yabancılara verdiler. Bu da yetmedi, bir milyona yakın insanı evinden, köyünden ve yurdundan sürerek mülteci durumuna düşürdüler.

Darmadağın olmuş İslam dünyasının ve başsız kalmış gafil Müslümanların; hamisiz kalan zavallı Filistinlilerden haberi bile olmadı. 1948’de onların başlarına gelen büyük felaket Nekbe’yi bile ancak 70 yıl sonra duydu. Fakat tam olarak ne olduğunu bile anlayamadı. Canlarını kurtarmak için yaz sıcağında tozlu yollara düşen bu garip insanlar, acaba kimden kaçıyordu ve nereye gidiyordu? Geride neler bırakmışlardı? Yanlarına neler almışlardı?

Katil Siyonist teröristlerden kurtulmak, çoluk çocuğunun canını, namusunu korumak için her şeylerinden vaz geçen Filistinliler, yanlarına sadece evlerinin anahtarlarını almışlardı. Ağılda meleyen kuzularını, dalları yerlere sarkmış portakal bahçelerini, biçilmesi yakın sapsarı ekinlerini, bin bir emek ve masraflarla yapılmış o güzelim evlerini, eşyalarını geride bırakıp yollara düşmüşlerdi.

Uykusuz geçen ızdıraplı geceler, açlık, susuzluk ve hastalıkla boğuşarak yapılan hayatta kalma mücadelesi, soğuk ve sıcağı iliklerinde hissederek sürdürdükleri çadır sefaleti, Filistinli mültecilerin normal yaşayış tarzı olmuştu. Her şeye rağmen tek umutları, özenle sakladıkları anahtarlarıydı. Belki bir gün geri dönüp yıllar önce terk ettikleri evlerinin paslanmış kilitlerini açabileceklerdi. Ama gerçekte kilitler değil yürekler paslanmıştı.

55 YIL ÖNCEKİ DRAM

Peki ne olmuştu acaba 55 yıl önce?

Büyük Felaket’ten 19 yıl sonra, Filistin’e yeni bir kabus mu çöküyordu?

İsrail bu cür’eti nereden alıyordu? Kendisine yeni bir hami mi bulmuştu?

Bu soruların cevapları 1967 savaşının sırları içinde gizliydi. İngiltere, 2. Dünya Savaşı sonrasında birçok görevini yeni efendisi ABD’ye devretmişti. En önemli görevi olan Siyonist hamiliğini artık Amerika üstlenmişti.

Korkunç bir hızla silahlanan Orta doğunun çıbanbaşı İsrail, kendi saldırgan politikasını gizlemek için, güçlü propagandası sayesinde, Mısır’ı, Ürdün’ü, Suriye’yi ve Irak’ı askeri yönden açıkça hedef gösteriyordu. Güçlü Siyonist lobi; İslam ülkeleri arasında sıkışıp kalmış, her an yok edilme tehlikesiyle baş başa, yardıma muhtaç ve kendini savunmak zorunda olan bir ülke durumunda olduğuna bütün dünyayı inandırmıştı.

Nihayet 2 Haziran Cuma günü Mossad başkanı Meir Amit, sahte bir pasaportla Amerika'ya gidip Savunma Bakanı Mc Namara ile görüşmüştü. ABD'nin saldırı için yeşil ışık yakmasından sonra, 3 Haziran'da İsrail kabinesi toplandı. Savunma Bakanı emekli General Moşe Dayan "Beklemek mantıklı değil. Gelin ilk hamleyi yapalım. Sonra siyasi yanına bakarız" diyerek savaş kararı verilmesini sağladı.

5 Haziran Pazartesi, Saat 07.40'ta Moked Operasyonu başladı. İsrail Hava Kuvvetlerine bağlı 200 Mirage, önce kuzeye doğru havalandı. Sonra yönlerini batıya daha sonra güneye çeviren jetler, Akdeniz üzerinde alçak uçuş yaparak radarlara yakalanmadan Mısır kıyılarına ulaştı. Bir anda İskenderiye semalarında görülen İsrail uçakları, Mısır hava kuvvetlerini daha yerdeyken imha etmeyi başardı. 304 adet Mig 21 ve Mısır hava üsleri tamamen tahrip olmuş, hava üstünlüğü İsrail'in eline geçmişti. Ertesi günü Suriye ve Ürdün de İsrail'e savaş açtığını duyurdu. İsrail jetleri birkaç saatte Ürdün hava kuvvetlerinin büyük kısmını imha etti.

Hemen ardından İsrail Kara Kuvvetleri harekete geçti. Sina çölündeki Mısır ordusu biraz direndikten sonra mevzilerinde tutunamadı. Genel Kurmay Başkanı Mareşal Amir, kara ordusuna Süveyş'in batısına çekilme emrini verince, İsrail askerleri bir günde Sina'yı işgal etti. Bu arada Kudüs'ün doğusuna saldırı başlatan İsrail, Ürdün askerlerinin zayıf direnişini kırarak burayı işgal etti. İsrail tankları artık Mescidi Aksa'nın bahçesindeydi. Ardından Batı Şeria'yı da işgal ederek, Ürdün'ün kontrolündeki tüm Filistin topraklarını ele geçirdiler. İsrail'in son hedefi Suriye toprağı olan stratejik Golan Tepeleri'ydi. Buralar da işgal edildiğinde takvimler 10 Haziran'ı gösteriyordu. Savaş sadece 6 gün sürmüştü.

ÜRDÜN VE FİLİSTİN

Filistin’in başına gelen büyük felaketlerde Ürdün’ün çok büyük sorumluluğu bulunmaktadır. Çünkü Ürdün var olduğu günden itibaren hiçbir zaman bağımsız ve güçlü bir Filistin devletinin kurulmasını istemedi. Filistinlileri daima kendine bağımlı olarak yaşamaya mecbur etmek için, önce İngilizlerle daha sonra Siyonistlerle işbirliği yapmaktan çekinmedi.

Bu siyasetin temelinde, Şerif Hüseyin’in Birinci Dünya Savaşı’ndaki Osmanlıya ihaneti yatıyordu. İngiltere büyük Arabistan krallığı va’diyle kandırdığı Şerif Hüseyin’i diskalifiye ederek yerine Vehhabi İbni Suud’u kral yaptı. Arap dünyasında dengeler bozulmasın diye; Şerif Hüseyin’in iki oğlunu da, sınırları cetvelle çizilmiş, bayrakları ise, İngiliz ajanı çöl kraliçesi Gertrude Bell tarafından tasarlanmış iki devletçiğe kral tayin etti. Kral Faysal Irak’ın, Kral Abdullah ise Ürdün’ün başına geçti. Kral Abdullah, gelecekte İngiliz siyasetinin Filistin cephesindeki temsilcisi olarak büyük hizmetler görecekti.

Uzun yıllar Ürdün Genel Kurmay Başkanlığı yapan İngiliz Sir John Glubb Paşa, 1948 Arap İsrail savaşının baş aktörlerinden biriydi. Emekli olduktan sonra yazdığı hatıralarında 1948’in “sahte bir savaş” olduğunu yazdı. Kral Abdullah ile daha sonra İsrail başbakanı olacak Golda Meir’in yaptıkları kirli hatta utanç verici pazarlıklar ise, yıllar sonra deşifre oldu. Kudüs, kutsal topraklar ve Filistinlilerin hayat ve gelecekleri üzerine oynanan bu gizli kumar sonunda, her iki taraf da istediğini almıştı.

Ürdün, birleşik Arap orduları içinde en güçlü lejyona sahipti. İşgalci İsrail’le göstermelik olarak küçük çatışmalara girecek, daha sonra geri çekilecekti. Hatta yerel Filistinli milislerin direnişini kırmak için onların silahlarını bile elinden alacaktı. Buna karşılık, içinde Mescidi Aksa’nın bulunduğu Kudüs’ün doğusu ve Batı Şeria, Ürdün’ün idaresine bırakılacaktı. İşgal edilen bölgelerdeki Filistinliler de sürülerek mülteci durumuna düşürülecekti.

Her şey planlandığı şekilde cereyan etti. Ama Kral Abdullah’ın yaptıkları yanına kalmadı. İhanetinin bedelini Mescidi Aksa’nın merdivenlerinde canıyla ödedi. Filistinli bir terzi tarafından, torunu Hüseyin’in gözleri önünde öldürüldü. 1952’de kral olan torun Hüseyin, dedesinden geri kalmadı. 1967’deki 6 gün savaşında Kudüs’ü ve Mescidi Aksa’yı kolayca İsrail’e teslim etti. Ardından Batı Şeria’dan da çekilerek, yüz binlerce Filistinliyi Siyonistlerin insafına terk etti.

Bugün Kudüs’te, Mescidi Aksa’da ve Batı Şeria’da yapılan insanlık dışı zulümler ve hak ihlallerinin temelinde Ürdün’ün kukla krallarının büyük günahı vardır. Kendi Müslüman kardeşine ve Filistin’e reva görülen bu insafsızlık sonunda, bu krallar ve hanedanları, acaba tahtını daha ne kadar koruyabilecek?