İslam sanat programının ilk örneği olan Kubbetü’s-Sahra’da yeşil ile mavinin hakim renkler olarak kullanılmasını, bunların musahharatımıza dahil olmalarına yormamız; dünyanın içinde ve yeryüzünün üzerinde zarflanışımızın doğal bir sonucu olarak görmemiz gerekir.

Tabiat, gök ve deniz kelimelerinin kullanıldığı her yerde, ayrıca vurgu, ima, işaret gerekmeksizin onların yerine geçebilen mavi ile yeşilin, çiçekten böceğe, balıktan yosuna... her bir canlının özel renkleriyle kendilerini dışa vurabildikleri, emsallerinden ayrışabildikleri varlık zeminin başat renkleri oldukları da malumdur.

Varlığa değgin olan bu belirlememizin İslami boyutuna gelince:

Renk tercihlerinin ve yeni renk tonlarının üretiminin, kültürel olduğunu bir hüküm olarak belirttiğimize göre, önce –en doğru karşılığını henüz üretememenin üzüntüsü içinde - hayati pratiklerin tamamına mahsus olarak kullandığımız kültür teriminin dinle ilişkisini, en dar şekliyle de olsa çerçevelememiz gerekir.

Şöyle ki Din, bir kültüre indirgenemez ancak, kültür dînî bir zihniyetin, daha açık söyleyişle bir şeriatın içine çekilebilir. Çünkü, hayati pratikler zuhura çıkarılmaları ya da fiile aktarılmaları bakımından şeriattaki bir biçim ve forma tabi olmakla birlikte zaman, en geniş anlamıyla zemin ve zevk yönünden şeriatın öncesine ve sonrasına uzanma istidadı taşırlar.

Örneğin, din sadece bedenimize zarar vermememizi emreder. Bu manada ayakkabı üretmek “–e dolayısıyla görevimiz” ve ayakkabı yapımında yeni malzemeleri, şekilleri ve renkleri belirlemek bizim işimiz olduğu gibi, faraza Müslümanlar cihetinden domuz derisinden ayakkabı yapmamak ve giymemek gibi nüanslar da –kültürden önce- inanma edebimize dahildir.

Haliyle bunlara bağlı olarak malum hususta İslami boyut’tan söz etmemiz işin tabiatındandır.

Sizleri, -net ortamından da okuyabileceğiniz - Hüseyin Akyüz imzalı, Hz. Peygamber’in Hadislerinde Renklerin Dili adlı 2014 tarihli bir makaleye yönlendirirken, ondaki ilgili kimi bilgilere de başvurarak, Kubbetü’s-Sahra özelinde öncelediğimiz iki renge artık Din’in içinden bakabiliriz:

Kur’an’da, sekiz ayette hudrun; el-uhdar; mahdarratü kalıplarıyla yer alan yeşil kelimesi, tabiatla eşitlenerek ondaki canlılığa, ahenge, süse, güzelliğe nispetle kullanılmıştır.

Bu şekliyle yeşil, cennet tasvirlerine denk düşmesiyle aşkınlığı; dünyasallığın yanıltıcılığına, aldatıcılığına, avutuculuğuna, kandırıcılığına denk düşmesiyle de içkinliği ifade etmektedir.

Çölün hakimiyetindeki Mekke ve Medine kültürü(?) esasından baktığımızda, Peygamber Efendimizin, yeşili, ilgili ayetlerle uyumlu olarak olumlu manada kullanması bizi spekülatif bir yaklaşımdan koruduğu gibi, hayati pratiklere uygunluğu bakımından da bir tutarlığa tabi kılar. Çünkü, yeşilin çöl ortamında az bulunuşuyla kendisini buradaki fertlere / toplumlara sevdirmesi ve özletmesi tabidir.

Yukarıda zikrettiğimiz kültürle ilgili problem bağlamında şu hususu burada zikretmemiz yaralı olacaktır:

Yeşil rengin Ku’an’da ve hadislerde olumlanmasının -İslam sanatının teşekkül devrine göre düşündüğümüzde- kimi ciddi kültürel dönüşümleri beraberinde getirdiğini görürüz.

Örneğin, İslam ile onuncu asırda tanışan Türklerin, yeşil ile başı hoş değildir. Zira, Müslüman olmadan önce maruz kaldıkları göçün nedeni, yeşilin kendisini geriye çekmiş olmasıdır. Bundandır ki Türkler yeşille aralarına, kendisini gideren ve dolayısıyla yoklaştıran şey olarak ciddi bir mesafe koymuşlar; onu yurdu terk etmenin, dağılmanın, zorluğa düşmenin adı olarak yok oluşla, hatta ölümle ilişkilendirmişlerdir.

Öte yandan, Hint Alt Kıtası’ndaki Müslümanlar da Türklerdekinin tam aksine varlığı nedeniyle yeşili sorunlu görmüş; aşırı yağışları, selleri, tsunamileri, toprak kaymalarını, ikamet edecek yer bulmaktaki zorluklarını, yitiklerini, can kayıplarını... doğrudan yeşil ile ilişkilendirmişlerdir.

Yukarıda zikrettiğimiz şekliyle “Dinin, kültürü kendi içine çekmesi” esasında, -konumuzu da dağıtmamak bakımından- sadece Müslüman Türklerin yeşil ile mesafeli oluşlarına karşı ürettikleri yeni çözümü, çok canlı bir örnek olarak vermekle yetinebiliriz:

Müslüman Türkler, Allah’ın ve Peygamberi’nin önceledikleri renk olmasıyla hürmeti hak eden yeşile karşı, bu hürmeti de beyan tahtında yeşil yerine yeşil+ mavi+beyaz renklerin bir karışımı olan ve dolayısıyla yeşile-çalan turkuazı icat etmekle kalmamışlar, onu müesseseleşme devrinde İslam sanatının hakim rengi haline getirmişlerdir.

Bu renkli konuyu izleyen yazımızda işlemeyi sürdürelim inşallah.