Hz. Ali’ye nispet edilen “İlim bir nokta idi, onu cahiller çoğalttı.” sözündeki noktayı bir cem’ hali olarak çerçevelediğimizde, maharet, hüner, yetenek, bağış, seçilmişlik vb. özel yönden ilme tabi olan sanatın, o noktada tuttuğu yeri de, göz ile görülemeyecek derecede küçüleceği için ancak zihinde tasavvura sokmak suretiyle görebilir ya da idrak edebiliriz.

Cem’in hakikati toplayıcılığıdır; toplananlar kendi özleriyle onda toplansalar da neticede her cem’ kendi toplamının içerik ve suretiyle diğer cem’lerden ayrılır. Cem’in cem’i dediğimiz varlıkta hiçlik ya da hiçlikte varlık ise, cem’lerin cem’i olarak cem’in de yoklukta cem’ olmasıyla tahakkuk eder.

Kendinde toplanma özelliğine sahip olanların cem’i olarak ilim noktasının insan açısında asıl değeri, zikrettiğimiz tasavvur esasınca, farkın da en belirgin olarak onda ortaya çıkmasındandır.

Çünkü cem’ daima önce fark olarak bilgiye havale edilir, her fark farkıyla idrak edilir hale geldikten sonra ancak kendi türdeşleriyle birlikte, kendi cem’ine havale edilebilir. Zira, “Fark belirlenim(i) TA KENDİSİNDEN bahsedebileceğimiz durumdur. iki şey arasındaki ‘fark’ yalnızca ampirik ve buna karşılık gelen belirlenimler de dış kaynaklıdır. Fakat kendini başka bir şeyden ayırt eden şey yerine öyle bir şey düşünelim ki kendini ayrıt ettiği şey kendini ondan ayırt etmesin. Örneğin şimşek, kendini karanlık gökyüzünden ayırt eder ama kendisini sanki kendini ondan ayrıt etmeyen bir şeyden ayırıyormuş gibi gökyüzünü de beraberinde sürüklemesi gerekir. Sanki zemin, zemin olmayı bırakmaksızın, yüzeye çıkar.” (Gilles Deleuze, Fark ve Tekrar, çev.: Burcu Yalım – Emre Koyuncu, Norgunk Yayınları, İstanbul 2017).

Nitekim bu tefsirden mülhem olarak, bir şimşek çakımında, kapanmak üzere açılan ışıklı bir geçitte vuku bulan sanat, kendi ışığının üstüne kapanabildiği oranda sanattır ve dolayısıyla kendi cem’ olma istidadıyla, kendi cem’i içinde bir farktır.

Bu birlik ve fark vurgusunda gözden kaçırılmaması gereken husus, yukarıdan beri söyleye geldiğimiz ve bu minvalde söyleyebileceğimiz her şeyin, gerçekte zihinî olduğudur. Eğer bu söylenenlerle olan bir şey var ise, o şey de oluş itibariyle zihnî demektir. Gerçekte belki de olan hiçbir şey yoktur; olan kendi olduruluşunun oluşundadır.

Meseleyi bu paradigmaya hasrettiğimizde, zihnîliği yönünden sanatın bir, ama sanata dair anlayışların çok olduğunu söylememiz gerekir. Zira zihnî olarak elde edilen şeylerin, onu elde etme niyet, yöntem ve yönelimlerine göre çeşitlenmesi de onun tabiatındadır; düşünmenin kendisindeki birliğin, düşünenler ve düşünülenler adedince çoğalmasındaki gibi...

Ana hatlarıyla çerçevelediğimiz bu nazarî zeminden hareketle, içlerinden geçtiğimiz, yanlarında durduğumuz ya da periferilerinde yer aldığımız sanat anlayışlarına daha eleştirel, daha doğru bir ifadeyle sağaltıcı bir gözle bakabiliriz, çünkü bu manada mevcut anlayışların hiçbirisinin sıhhatli olmadığı, ortaya konulan sanat eserlerinin kendisinden bellidir.

Bunlardan ilki, sanatın evrensel olduğunu ve onun ancak özgürlüğün kanatlarında yükselebildiğini düşünenlerin, insanın kendi vasatını gözetmeksizin ve çoğunlukla bu vasatın da altına inerek, “saldım çayıra, mevlam kayıra” yönelimi içinde sanat icra etmeleridir.

İkincisi, ilkinin tam aksine, sanatı ve dolayısıyla sanatçıyı tahdit eden anlayıştır. Kendisini daha çok bir ideolojiyle ile koşullandıran bu anlayış, eylemiyle sorumlu olma ve dolayısıyla buna tabi olarak hesap verme duygusu içinde şekillenir. Geleneksel olarak nitelenen bu anlayış, gericilik ve bu gericiliğin tedavülde tutulduğu, çok canlı bir muhafazakarlık pazarı arasında salınır.

Üçüncüsü, ilk ikisinden, pazar pratiğinde işe en çok yarayan hususları sentezleyip, salt bugüne mahsus olanda, gelecek endişesinden ve tartışmasından uzak durmaya çalışarak kendi gemisini yürütmeye azmeden anlayıştır.

Yukarıdaki gibi, sıhhatlerini daha doğrusu sıhhatsizliklerini, ortaya koydukları sanat eserleriyle delillendirebileceğimiz bu sanat anlayışlarının Dionysosçu, gelenekselçi ve popüler manada merkezlendikleri bir nazariyat yoktur. Diğer bir söyleyişle bunlar el yordamıyla, körlerin bir fili tanıma tarzıyla elde edilmiş olmaları bakımından mevcut, ancak mevcudiyetlerine rağmen müesses olabilmiş anlayışlar değildir.

Haliyle, bu üç anlayışla sanat ortamında girenlerin, daha başta kimliksiz, kişiliksiz bir sanat üretimine apriori talip olmaları, hem kastettiğimiz manada nazariyatsızlığın, hem de sanatsızlığın tam resmidir.