Hicri 987 senesinin Ramazan-ı Şerif ayına 11 gün kalmıştı.
Miladi 1579 yılı Ekim ayı idi.
Beraat Gecesi ifâ edilmiş, mahyalara yavaş yavaş kandiller konulmaya başlanmıştı.
Payitaht, 11 ayın sultanına hazırlanıyordu.

Bir zamanların Kaptan-ı Derya’sı, âdeti olduğu üzere teheccüd için kalkmış, namazını eda etmiş, tesbihat ile meşgul olduktan sonra tefekküre dalmıştı.
İnebahtı’da, bahtı dönen Osmanlı’nın, tüm donanmasının yakılıp yıkılması aklına geldi.
Bir türlü unutamıyor ve içine sindiremiyordu.
Ceneviz’in, İspanyol’un, Venedik'in, Portekiz’in hareket kabiliyetini daraltmadan önce Kıbrıs’ı almak hataydı!
O günde söylemişti ama dinletememişti!
Evvelen Cebel-i Tarık’a hakim olup küffar donanmalarını Atlas Okyanusu'nda hapsetmek gerekirdi!
Saniyen Tunus, Cezayir ve Fas’ı Devlet-i Âli topraklarına kattıktan sonra Kıbrıs alınmalıydı.
Öyle olaydı devasa Osmanlı donanması İnebahtı’da yanıp kül olmazdı. Cümle küffar birleşip Akdeniz'e üşüşemezdi.
Derin bir iç çekti yaşlı kurt.
Aklına koyduğu ve üzerinde uzun yıllardır çalıştığı çılgın projelerini hayata geçirebilseydi, mavi vatanın sınırları Karadeniz’den Hazar’a, Akdeniz’den Atlas’a oradan Hint Okyanusu'na uzanacak ve Osmanlı’yı kimse tutamayacaktı.
Bahr-i Umman, Osmanlı’dan sorulacaktı.

Bu projelerinin nice mihrakları ve şer merkezlerini öfkelendirdiğini biliyordu. İçeride ve dışarıda düşman pusudaydı. Bedelini çok ağır ödetebilirlerdi, canı tehlikedeydi. Bedeli ne olursa olsun eğer düşündüklerini hayata geçirirde Don ve Volga ırmakları arasında açmayı düşündüğü kanal projesiyle Karadeniz'le Hazar'ı birleştirebilirse; Orta Asya ile kopmaz bağlar kuracak, Rusya’nın güneye inmesini ve büyümesini önleyecek, donanmayı Hazar Denizi'ne geçirerek İran’ı kuşbakışı görüş alanına alabilecek, İpek yolunu canlandıracağı büyük planıyla tüm dengeleri Müslümanlar lehine yeniden yazacaktı.

Bunları düşünürken musahibinin ‘’paşam sofra hazır buyurunuz Şa’ban-ı Şerif orucunuz için sahur ediniz’’ davetini duymamıştı. Aklı planlarındaydı.

İlk kez Yavuz döneminde gündeme gelen Akdeniz ile Kızıl Deniz’in birleştirilmesi projesine başlamak üzereydi ama önce donanmayı güçlendirmeliydi. Kara hakimiyeti konusunda dünya da üzerine olmayan Osmanlı, denizlerde de mutlaka güçlü olmalıydı.
Yaşlı kurt, İngiliz'in 18. yüzyılda hayata geçirdiği Süveyş Kanalı’nın hayalini 250 yıl önce kuruyor ve Akdeniz’le Kızıldeniz’i birleştirmeyi düşünüyordu. Süveyş Kanalı Projesi ile Akdeniz ticareti canlanacak, Portekiz’in Hint Okyanusundaki faaliyetleri önlenecek, Güney Asya’daki Müslümanlar üzerinde Avrupalı devletlerin baskısı engellenecekti.
Dengeleri değiştirecek, eksenleri kaydıracak, kartları tekrar dağıtacak bu planlar Batı'nın yakın takibindeydi.

Venedik Gizli Servisi İstanbul Balyosuna gönderdiği talimatlarda bu yaşlı kurtun ne pahasına olursa olsun durdurulmasını emrediyordu.
Saray’da, kilit kripto bir ismin Venedikli Baffo ailesinden olduğu bilgisi koca kurtun kulağına çalınmıştı.
Özellikle son yıllarda palazlanan ve kendilerini Melamiliğe nispet ederek Hamzaviler olarak adlandıran bir tarikat türemiş, Şeyhleri Bosnalı Hamza Bâli, Ebussuud’un zındıklık fetvasıyla payitahtta idam edilmiş, Hamza Bâli'nin müridanı sinmiş gözüksede gölgelere çekilmiş, bu idamı engelleyebilecekken engellememekle itham ettikleri koca reisi, şeyhin idamından sorumlu tutmaya başlamışlardı. Bir akıl, bunun böyle olmasını istiyor ve alttan alta derin ve kirli emeller için çalışıyorlardı. Nice Hamzavi dervişi, koca reise diş biliyor, intikam yeminleri ederken koca reis'in gıyabında '' o gizli bir papaz, papaz okulunda okudu, müslüman görüntüsü verdiğine bakmayın, hristiyanlara karşı hep müsamahakâr olmasının sebebi de budur'' propagandası yapıyorlardı.

Hizmetliler mütevazi sahur sinisini kaldırırken düşüncelerinden sıyrılan koca reis, musahibine seslenerek;
-‘’Bu gece bize ne okuyacaksın musahib?’’ diye sordu.
Adeti üzere her gece tarihi vak’aları musahibine okutur, can kulağıyla dinler, tefeekkür eder, tahliller yapardı.
Musahib, Kosova Meydan Muharebesi’nin kayıtlarından okumaya başladı...
...
Sabah ezanının okunmasına az bir vakit kalmıştı ki musahib, Hüdavendigar Sultan I. Murad’ın şehid edilmesi anını okumaya başladı. Muharebe bitmiş, muzaffer sultan harb meydanında mahiyetiyle dolaşıyordu, esir edilen sırp askerinin gizlediği hançeri sultana sapladığı ana gelince, koca reis hıçkırıklara boğuldu. O an Ayasofya’dan Ezan-ı Muhammediyye okunmaya başlamıştı.
Reis gözyaşları içinde ’’Ya Rab! Bana da Sultan Hüdavendigar gibi şehadet nasip et!’’ diye dua etti. Namazı eda için Ayasofya’ya gitmek üzere Sultanahmet’teki hanesinden çıkan; Kanuni, II. Selim ve III. Murad gibi üç padişaha 14 yıl boyunca vezîriâzamlık yapan, 75’ine dayanmış iki metre boyundaki koca ihtiyar, devasa çınar, bir zamanların kaptan-ı deryası yaşlı kurt ‘’DAMAT’’ Sokollu Mehmet Paşa yol boyunca şehid Hüdavendigar’ı düşündü!
Tekrar tekrar; ’'Ya Rab! Bana da Sultan Hüdavendigar gibi şehadet nasip et!’’ diye mırıldanıyordu!
(...)

Devlet geleneğimizde, sarayda göreve getirilen ‘’DAMAT’’lar Osmanlı'da haylicedir.
Devlet'te ''damat'' olgusunu/etkisini Tayyip beyin döneminde tekrar hatırladık.
Malumunuz Berat Albayrak, bizzat Başkan Erdoğan tarafından önemli ve zor görevlere getirildi. Yakın tarihimiz açısından devlet kademelerinde yakın akrabaların istihdam edilmesinin zirve örneği olan bu görevlendirme ‘’Bakan'’ sıfatından çok ‘’damat’’ tanımlamasıyla muhalefet tarafından sıklıkla eleştirilen Berat bey için tabi ki kolay da olmadı. Muhalefet bu durumu nepotizm'in canlı örneği olarak yorumladı ve meritokrasiye atıf yaparak her fırsatta eleştirdi.

Öyle ki CHP’li Özgür Özel (ÖS 10:06 · 14 Ekim 2020) tarihli X paylaşımında Tayyip beyin bir açıklamasını gündeme getirerek: ‘’Cumhurbaşkanı bugün uyarıda bulunuyor, MYK toplantısında diyor ki, illerde ilçelerde akrabaları göreve getirmeyin, aşiretleşmeyelim…’’ çıkışıyla, Başkan Erdoğan'ı eleştirirken, söylem ile eylem arasındaki çelişkiye atıf yapıyordu.

Tayyip beyin ise kamuoyu önünde ‘’dost, akraba ve yakınların’’ devlet görevlerinde torpil ve imtiyazla vazifelendirilmemesi yönündeki talimatları ise, bazı belediye başkanları ve üniversite rektörlerinde hiç te karşılık görmüyor; geline, hanıma, damata, makam şöforüne, kardeşlere adrese teslim kriterlerle memuriyetler veriliyor, kadrolar ihdas ediliyordu. Bu uygulamalarından dolayı eleştiri alanlar ise özel sohbet meclislerinde ciddiyetten uzak bir üslupla ’’Reis’in dediğini değil, yaptığını yapıyoruz’’ demekten de çekinmiyorlar ve cüretkar bir tavırla bildiklerini okuyorlardı.

‘’Damatların’’ devlette vazifelendirilmesi ya da zaten devlette vazifesi varken daha sonra damat olanların Damat Sokollu’da, Damat Pargalı, Damat Nevşehirli İbrahim, Damat Ferid, Damat Enver Paşa vb örneklerinde olduğu gibi sadece Osmanlı'ya has olmadığını da biliyoruz. Resulullah (sav) yaşarken önemli vazifeleri üstlenen, Hayber Fatihi Hz. Ali'nin, Zinnureyn künyeli Hz. Osman’ın da (Allah onlardan razı olsun) damat olmalarından bahisle, daha sonra hilafet makamında şehadetle neticelenen en üst görevleri aldıklarıda malumunuz. Bu görevlendirmeler yapılırken hiç kuşkusuz liyakat, ehliyet, emanet, şecaat, sadakat gibi olmazsa olmaz prensipler baş tacı edilmişti. Bugün olduğu gibi sadece siyasette değil, dernek ve vakıflarda, aile şirketlerinde dahi bu prensiplerin ne kadar baş tacı edildiğide ayrıca tartışmaya açık bir mevzu olarak öylece orada durmaktadır.

Hiç kuşkusuz karizmatik, güçlü ve toplum üzerinde etkisi olan liderlerin/sultanların dönemlerinde vazife yapan nice başarılı isim; damat olsun olmasın hep gölgede kalmıştır. Titri, eğitimi ne olursa olsun başarı her daim lider/sultan endekslidir, endekslenir! Başarısızlıklar söz konusu olduğunda ve bu başarısızlıklar eğer saray politikalarından kaynaklanıyorsa bir ''günah keçisi'' olmak bakımından paşalar, vezirler, veziri azamlar ve hele bunların içlerinde damat olanlar varsa, kazan kaldıran, gözlerini kan bürümüş yeniçerinin önüne atılır ve atılmıştır. At meydanının dili olsa da at kuyruğuna bağlanan damatların yerlerde sürüklenerek bedenlerinin nasıl paramparça olduklarını anlatıverse.

Vak'ayı Hayriyelerden, ‘’taş üstünde taş, omuz üstünde baş’’ bırakılmayan günlere, ‘’Tiz, kellesi vurula!’’ fermanlarına ne paşalar, nazırlar, sadr-ı azamlar, vezir-i azamlar, damatlar, mutlak vekiller, şehzadeler, yeniçeri ağaları, cariyeler ve hasekilerin başları yuvarlanmıştır saray avlularına! Hünkar çadırlarında nice ilmikler dolanmıştır boyunlara! ‘’Siyaset Çeşmesi’’nden kimler kimler içmemiş, ‘’ibret taşları’’na kimlerin başı uzanmamıştır ki?
Kadim tarihimizde ''Kelle isterüz!'' fevaranlarına karışan kılıç şakırdılarının tüyleri ürperten sesi, akl-ı selimi alıp götürdüğü zamanlarda; kendilerinden vazgeçilen, olsa da olur olmasa da denen ve kurban olan/edilen devlette vazifeli damatları temelde üç kategoriye ayırabiliriz.

İlki; devletin iradi ve idari ağırlığını taşıma normlarına sahip olmadığı halde sadece ve sadece damat olmak bakımından vazife verilen, kifayetsiz, kalibresi düşük, kabiliyetsiz ve vakti geldiğinde ''kelle isteruz'' diyenlerin önüne atılmaya müsait olanlar ve boğdurulanlar.

ikincisi; yukarıdaki olumsuz özelliklerin hiçbirisi kendisinde olmayan, vazifesini üstün gayrelerle yapan, alanında uzman, başarılı, akıllı, devlet geleneğini bilen ve buna göre davranan ve fakat güç zehirlenmesi yaşayarak iradesini temsil ettiği devletin/sultanın ''gölgesinde'' kalmayı kibri ve egosuna yediremeyip, çok yakın çevresinin gaz vermesiyle kendini bir şey sanmaya başlayarak, saray içi entrikalarda taraf olup, güç savaşlarına girip, kendisini devlet yerine koyup, saraya rağmen hareket ederek mevcut sultandan sonra ki şehzadenin dahi kim olacağını belirlemeye çalışanlar ki bunlar da ilk örneğin akıbetine düçar olmuşlar ve ''kelle isteruz'' diyenlerin ya önüne atılmış ya da boğdurulmuşlardır.

Gelelim üçüncü ve sonuncusuna!
Bunlar; rızaenlillah, fisebilillah, din-ü devlet, mülk-ü millet için gayret eden damatlardır. Onlar için makam ve mal, güç ve kudret millete/devlete hizmet için sadece vesiledir. Öyleki; tek merci olarak, mutlak olan Yüce Yaradanı, Resulün prensiplerini görürler ve yeri geldiğinde sultana rağmen, sultandan dahi devlet emanetini korumak için risk alırlar, her şart ve konumda vazifesinin hakkını veren, tecrübelerini şahsi çıkarı ve menfaati için kullanmayıp, maddi ve manevi tüm kazanımlarını devlet-i âli'nin selametine adayanlardır! Ve her adak gibi onlarda çoğunlukla suikastle kurban olurlar! Ve bir bakıma hakkıyla korun(A)mayıp ''boğdurulurlar!''

Kıymetli okuyucu!
Hiç kuşkusuz tarihi perspektiften bakarak, dünün en önemli aktörlerini bugüne bakan yüzüyle örnekleyerek yaşayan şahsiyetlerle eşleştirebiliriz. ''Seni Abdulhamid yalnızlığına terketmeyeceğiz'' mottosuyla atıf yapılan devlet ricali olduğu gibi, dünün Cemal'i, Talat'ı, Enver Paşa'sı, Prens Selahaddin'i, Pargalı'sı, Damat İbrahim Paşası ve Damat Ferid'i gibi isimler baz alınarak herkes tarihi bilgisi ve analiz yetisi kadar bugüne atıfta yapabilir.

Yukarıda arzetmeye çalıştığımız ilk iki damat profili için siz, tarihten istediğiniz isimleri modelleyebilirsiniz, sizi angaje/manipüle etmemek için herhangi bir ismi yazıma almıyorum ancak yazının öznesi olan Sokollu'yu üç padişah görmüş bir isim olarak üçüncü profilin en somut örneği olarak zikretmek isterim. Büyük projelerle dengeleri ve eksenleri değiştirecek, devleti her mevzide söz sahibi yapıp, küresel emperyalistlere karşı paradigmaları yeniden yazacak biri olduğu için büyük tehdit olarak görülmüştür.

Tüm dengeleri altüst etmesi ve ''damat'' olması hasebiyle Sokollu gibi dikkatleri hep üzerine çeken, sevenleri bir kenara, sevmeyenlerinin dahi büyük işler yaptığında hem fikir olduğu, saygı duyulan bir isim olan Selçuk Bayraktar'ın geçtiğimiz günlerde siyasete girmekle alakalı yaptığı açıklama çok konuşuldu. Bayraktar'ın daha sonra Amerikan Savaş gemisine yaptığı ziyarette buna eklenince Cumhuriyet.com.tr web sitesinde 2 Eylül tarihli haberinde şöyle yazıyordu: ''AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın damadı Selçuk Bayraktar'ın "Siyasete girecek misiniz" sorusuna "Mücadele neyi gerektiriyorsa onu yapacağız" yanıtını vermesi dikkat çekti. AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın damadı, BAYKAR Yönetim Kurulu Başkanı Selçuk Bayraktar, siyasete girebileceğinin sinyalini verdi...''

Evet!
Selçuk bey; dün Sokollu'nun denizlerde ki hakimiyetimizi güçlendirmek için yaptıklarını hava savunma/saldırı alanlarında yapmıştır, yapmaya da devam etmektedir. Anlaşılan o ki aktif siyasete hazırlık yapmaktadır. Belki İBB Başkanlığıyla başlayacak süreçte, önce Ak Parti Genel Başkanlığı'na ve kim bilir ardından Beştepe'ye çıkacak ve belkide hareketin liderliğine soyunacaktır. Bunlar sadece birer tahmin, faraza ve olasılıkta olsa ve gerçekleşmese dahi, yaptığı stratejik çalışmalarla hiç kuşkusuz hem içeride ve hem dışarıda nice mahfillerin hedefindedir.

Dün, mavi vatan denizlerimizde; donanmayı yenilemek, kıtaları kanallarla birleştirmek gibi dehşet planlar üzerine çalışan Damat Sokullu'nun yapmayı planladıklarını gök vatan hava kuvvetlerinde yapan Selçuk bey hayallerini gerçekleştirmiş ve Türkiyemizin hava gücüne kattıklarıyla tüm dengeleri altüst etmiştir. Ve yepyeni çalışmalarla daha da altüst edecektir.
Hiç şüphesiz dün Sokollu'da olduğu gibi bugün, daha güçlü ve ğaliz olan belirli mihraklarında alenen hedefindedir. Bu minvalden bakıldığında ''Damat'' Selçuk bey siyasete ister girsin, ister girmesin her şart ve konumda çok dikkat etmeli ve kendisine dikkat edilmelidir. Rızka, ecele ve kadere iman etmiş bizler için tedbir farzdır. Tedbirin ardı ise tevekküldür. Ondan sonrası takdirdir. Selçuk bey ve o gibileri, küresel karanlık emperyalist çeteye karşı mahfuz olunmalı, tedbirleri ve güvenlik seviyeleri yükseltilmelidir. Çünkü tarih bize, devlet kademesinde görevlendirilen ‘’Damatlar’’ özellikle başarılı olduklarında ya da başarısız da olsalar (istisnalar hariç) sonlarının ya şehadet ya da siyaseten katl ile bittiğini söylemektedir. Söz konusu damat ve devlet kavramları olduğunda görürüz ki kadim devlet geleneğinde ''damat'' üç şey içindir:
1. Boğdurulmak için!
2. Boğdurulmak için!
3. ''Boğdurulmak'' için...
(...)

Sabah Namazı'nı Ayasofya'da kılan koca reis, nam-ı diğer Tavil (uzun) Sokollu Mehmet Paşa, akabinde günlük rutinine başladı. Heyetleri kabul etti, görüşmeler yaptı, paşaları dinledi, mühürler vurdu. İlerleyen saatlerde ikindi divanına katıldı. Divan çıkışı, arzuhalini paşaya iletmek istediğini söyleyen bir ''derviş'', Sokullu Mehmed Paşa’ya yaklaştı ve (oraya nasıl sokabildi bilinmez!) koynundan bir hançer çıkararak kalbine sapladı. Ağır yaralanan yaşlı sadrazam kısa bir süre sonra vefat etti. (20 Şâban 987 / 12 Ekim 1579).

Sokollu’yu öldüren kişi görünüşte timarının azaltılmasından şikâyetçi olan bir Boşnak’tı. Ancak bazı araştırmacılar suikastta Hamzavîler’in rolü olduğu üzerinde dururlar. Tarikatın şeyhi Hamza Bâlî suikasttan yıllar önce İstanbul’da idam edilmişti. Dervişin, şeyhinin intikamını almak için Sokollu’yu öldürdüğü söylenir.

Koca reis, Şaban orucundayken katledildi. Sabah ezanları okunurken hıçkırıklar içinde ’'Ya Rab! Bana da Sultan Hüdavendigar gibi şehadet nasip et!’’ diyerek yaptığı duayı Allah kabul etmişti. Alimler O’nun için şehid-i muhakkak dediler ve koca reis, Sadrazam Sokollu Mehmed Paşa şehidlere yapıldığı gibi elbiseleriyle defnedildi.

Kabri Eyüpsultan'da dır ve Sultanımız Eba Eyyüb el Ensari'ye komşudur.
Eyüp'te ki kabri şerifinin üzerinde uzun vakittir kocaman bir kilit vuruludur!
Türbe tadilatı ne gariptir ki aylardır bitiril(e)memiştir.
Sokollu, kabri şerifine kilit vurulu bir şekilde yaptığı büyük işlerin devam eden cezasını çekmeye devam etmektedir.

Her gün kabri önünden geçerken Fatiha okur ve ettiği duayı hatırlayarak; ''Ya Rabbi! Bana da Merhum Sokollu gibi şehadet nasip et'' diye dua ederim..
Kabri nur olsun. Makamı Âli.
Aşkile ruhu için elFatiha
...

''neyse ki yarın var... umutların en sevdiği gün!''

Bülent Deniz
Habervakti.com Genel Koord.
www.bulentdeniz.com

(*) Nepotizm
Bir kimsenin bilgi, beceri, kabiliyet, başarı ve eğitim düzeyi gibi faktörler açısından değerlendirilmeksizin veya iş gereklerine bakılmaksızın, yalnızca kan bağı ve akrabalık ilişkileri esas alınarak istihdam ve terfi ettirilmesine nepotizm denir

(*) Meritokrasi
Özellikle kamu yönetiminde daha bilgili ve yetenekli kişilerin seçilmesi ve yine hizmet içindeki ilerleme ve yükselmelerinin bilgi, başarı ve yetenek kıstaslarına göre yapılmasını amaçlar. Osmanlı Devleti'ndeki devşirme sistemi buna benzer bir örnek olarak gösterilebilir...