Her nesil kendisini yoklukla, kendisinden sonraki nesli ise yoksunlukla niteler.

Zira, yokun yokluğu varlıkla (imkanla), varlığın yokluğu ise ancak yoksunlukla (imkanların kayboluşuyla) anlaşılabilir.

Örneğimizi, yaygın kullanımı nedeniyle, herkeste benzer karşılıklar oluşturabilmesi cihetinden elektrik üzerinden verebiliriz.

Sözü, elektriksiz zamanlarda eğitim-öğrenim görmüş olanlara teslim ettiğinizde, size ilkin gaz lambası altında çalışmanın zorluğundan, kardeşleri de varsa onlarla bir masayı paylaşmanın beraberinde getirdiği sorunlardan, hatta kavgalardan vs. bahsedeceklerdir. Gözlerin yorulması, lamba merkezli yaşamaktan doğan hareketsizlik ise ekstra şeylerdir ve bunların sayısı hiç ummadığınız şekilde konuşuldukça artar da artar.

Sonra, elektrikli zamanları idrak edenlerin durumunu değerlendirmeye başlarlar. Derler ki örneğin, şimdi her yer bir düğmeye dokunmak suretiyle apaydınlık oluyormuş; ders çalışmamak için bu ortamda hiçbir mazeret üretilemezmiş; kitabını alıp sakin bir köşeye çekilmek, hiç rahatsız edilmeden okumak ve düşünmek mümkünmüş…

Bunlar, ancak varlıkla (imkanla) ortaya çıkan şeylerdir ama yukarıda da belirttiğimiz gibi konu bundan ibaret değildir. İşin bir de yoksunluk kısmı vardır ki, bu kısım aynı zamanda kendiliğinden bir suçlama kipinde beliriverir.

Şöyle ki: evet, bir gaz lambasının aydınlattığı küçücük bir masada üç kardeşin ders çalışması çok zorlu, zahmetli bir iştir ama, o ortamdaki samimiyete, yardımlaşmaya da bugün rastlanması imkansızdır.

Bu kaybolan değere ilaveten, anne–baba ile çocukların oturup birlikte sohbet etmekten mahrum bulunmaları, bunun beraberinde getirdiği aile terbiyesinin kaybolmasıyla ortaya çıkan saygısızlığın, başına buyruk yaşamanın, önemli konularda büyüklerine, yakınlarına sormadan tek başına karar vermenin neden olduğu iletişim bozukluğunun hatta som bir iletişimsizliğin giderilmesi artık istense de mümkün değildir.

Elektrik örneğiyle başlayan, yokluğun ve yoksunluğun, gündelik hayatımızdaki bu eş zamanlı şom ağızlılığı, sanırım bu satırları Ankara – Eskişehir – İstanbul hattında seyreden Yüksek Hızlı Trende yazmam nedeniyle, zihnimde zanaattan teknolojiye doğru genişleyerek ve ziyadeleşerek sürüyor.

Örneğin, farklı nesillere göre değil de, kendi hayatımdaki değişmeler cümlesinden konuşacak olursam, ben trene ilk defa on üç yaşımda binmiştim. İzmit – Ankara hattında, vagonda oturacak yer olmadığı için valizlerin koyulduğu bölümde (n’olacak, ben yumurta gibi çocuktum) geçen yolcuğumdan o kadar bizar olmuştum ki, yeni bir yeni tren yolcuğunu aradan yarım asır geçtikten sonra ancak yapabiliyorum.

Yüksek Hızlı Tren nerede, çocukluğumdaki yolculukta, isiyle sadece gözlerimi açıkta bırakan Kara Tren nerede!

Neyin üstünden gidiyoruz bilmiyorum ama sular gibi akıp gidiyoruz.

Tavana raptedilmiş bir ekrandan öğreniyoruz 250 km.’ye varan hızımızı. Fakat, hızı ekran ve ekrandaki rakamı değiştirenler biliyor ama ben bilmiyorum, zira hız bana (o da, onu fark etmede ısrar edersem) manzaranın değişimiyle gösteriyor kendisini; başka türlü ikimiz de birbirimize dokunamıyoruz. Dolayısıyla gerçek bir hızı yaşamıyorum, miktarı ekran yoluyla bana (belirtilenden çok) dayatılan sanal bir hıza maruz bulunuyorum.

Peki, Kara trende nasıldı? Kara tren is üretiyordu, gürültülüydü, vagonları ve oturma yerleri daracıktı, ara sıra arıza yapardı, kış günlerinde yolda kalırdı… Falan filan; ama en azından, devinimleri dışarıdan izlenebilen çarklarıyla, yanlarından püsküren buharlarıyla, bizi hızına tanık ederek, YHT gibi sanallığın sahte dünyasını bize gerçek diye yutturmaya çalışmazdı.

Burada, Thomas de Quincey’nin, İngiliz Posta Arabası (1821) adıyla çevrilen, hız esasındaki o meşhur geçmişe ağıdı geliyor aklıma. Ha Quincey, ha benden bir ya da iki önceki, ha benden bir sonraki kuşak… Konu yokun yokluğu varlıkla (imkanla), varlığın yokluğu ise ancak yoksunlukla (imkanların kayboluşuyla) anlaşılabilir kılma olunca, eldeki keserin çift yönlü işleyişine mani olmak mümkün değil.

Bunlar, hayat nedir sorusunun da cevabıdır aslında. At gidecek, vapur gelecek, vapur gidecek kara tren gelecek, kara teren gidecek, yüksek hızlı tren gelecek, o da gidecek uçan arabalar gelecek.

Neyse biz hayata tanımını veren bu değişmeleri bahis oyununa dönüştürmeden söyleyelim: Değişme kaçınılmazdır; temennimiz, belli bir oranda hasarı, tahribatı.. da içkin olan değişmenin, sebep olacağı iyiliğin kötülüğünden daha fazla olmasıdır.

Bu bakımdan, Ankara yönüne ya da yönünden, uçağa ve otobüse göre bana daha çok zaman kazandıran, rahatlık sunan Yüksek Hızlı Trene sevgiyle yaklaşmakla kalmıyor, teknolojik bir imkan olarak onu değerli buluyor; yapılmasına sebep olanları şükranla ve hayırla yad ediyorum.

Bu bahiste sorun şu ki: yazımın girişinde zikrettiğim yokluk ve yoksunluk meselesini da sanırım giderek yitiriyoruz.

Şundan ki: gençler YHT vb. yapılan hizmetleri, yapılması devletçe / iktidarca elzem görülmüş işler olarak değil, kendilerince hak edilmiş şeyler olarak görerek süratle sıradanlaştırıyorlar.

Ama bu ayrı bir yazının konusu; nasip olursa yazarız inşallah.