Brezilya’dan şeker, kahve, et vb. ürünleri almak istediğinizde, karşınıza Amerikan şirketleri çıkar.

Sao Paulo’da bunun nedenini sorduğum bir avukat, “biz yaşayabilmek için ruhumuzu bile Amerika’ya sattık, nedeni budur” diye cevap vermişti. Sanırım, Batı’nın işgal ve sömürgesine maruz kalmış bir imparatorluğun mensubu olmam nedeniyle, onu doğru anlayacağımdan emin olarak söylemişti bunu.

Filhakika Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasında, İngiltere tarafından ulus devlet vaadiyle ruhları satın alınan kabile reisleri etkili olmuş, Orta Doğu’daki mevcut ulus devletler, Londra’daki bir masada çizilen harita sayesinde sözüm ona varlık kazanmışlardı.

Bunu derken, İslam ümmetinin büyük bir bölümünü oluşturan Arap milletini söz konusu durumdan ayrı tuttuğumu özellikle belirtmeliyim.

Nitekim, bugün de PKK / PYD / YPG vb. terör unsurlarına karşı yaptığımız Barış Pınarı Harekatı’yla, Kürt kardeşlerimizle değil, ulus devlet kurmak için ruhlarını satanlarla mücadele halindeyiz. Dolayısıyla Arap krallıkları dediğimizde de kastettiğimiz, Arap kabilelerini baskı altına alarak krallık kurmuş ailelerdir.

Bunun en tipik örneği ise Suudilerdir.

Suudilerin, Vahhabilik fitnesiyle İslam ümmetini parçalama vaatleri başta gelmek üzere, daha hangi vaadlerle Arabistan’a kral olarak konduklarını merak edenlerin, tarih kitapları bir yana T. E. Lawrence’ın ve İsrail’in paslı bir bıçak gibi İslam coğrafyasına saplanmasında rol üstlenen isimlerin anılarına bakmaları yeterlidir.

Onlardan hareketle söyleyecek olursak, Suudi Krallığı’nın Türkiye korkusunun temelinde yatan esas saik de budur: meşru olmadığı kadar, din’i bir zulüm aracına dönüştürerek ayakta kalmaya çalışan bir aile krallığı olmasıdır.

Diğer bir söyleyişle Suudi Krallığı, Osmanlı’nın yıkılmasıyla kurulmuştur ama Osmanlı’nın yıkılması, hesap defterinin kapaması demek değildir; Suudi Krallığı bu nedenle güvensiz, haraç ödeyerek sağladığı Amerikan korumasına rağmen huzursuzdur.

Meşru değildir zira, Arabistan’daki kabileleri baskı altına almak suretiyle Osmanlı’yı arkadan vurarak varlık kazanmış; din devleti maskesi altında zulme dayalı yönetim tarzıyla bugüne kadar yaşayabilmiştir.

Orta Doğu’ya mahsus kararlarından ve uygulamalarından dolayı suçladığımız ve suçlamaya da her şartta devam edeceğimiz Trump sayesinde, ulus devlet makesi düşen ve İsrail güdümlü Amerikan eyaleti olduğu ayan beyan ortaya çıkan Suudi Krallığı, zulüm dini uygulamasından vermek zorunda kaldığı tavizlerle kendi dininin mütecavizi olmayı da sürdürmektedir.

Bu manada yaslandığı dayanaklardan biri olan ulema’yı, krallık kararlarının noter katibi haline getirerek, kendisini İsrail’in ilgili teklif ve yönlendirmelerine tabi kılmıştır. Birinci hususta, kardeşim Taha Kılınç’ın bu sütunda yer alan “Tahtın Gölgesi” adlı yazısına (Yeni Şafak, 3 Ağustos 2019) tekrar bakılmalıdır. İkinci hususta ise, uluslararası zincir oteller yoluyla Mekke ile Medine’yi kıskacına alan Yahudi sermayesinin hareketini yakından incelemek gerekir.

Dolayısıyla, Türkiye’nin Suudi Krallığıyla (dolayısıyla Türklerin Araplarla), hemen şimdi masaya yatırılması gereken bir sorunu yoktur. Asıl sorun, Suudi Krallığı’nın bir asırlık İslam dışı güçlere kulluk ve zulüm tarihinden biriktirdiği kendi kabusudur.

Suudi Krallığı, bu kabusu daha az görmek ve geleceğini sağlam tesisi etmek adına, koruması olan Amerika’nın talimatıyla İsrail’in çıkarlarına hizmet etmeyi benimsediği gün zaten kendi problematiğinin çıkmazına düşmüştür.

Türkiye söz konusu çıkmazını hatırlatması esasında, şu iki yönden Suudi Krallığı tarafından tehlikeli görülmektedir:

1-Osmanlı’nın henüz kapanmayan ve kısa vadede de kapacak gibi görünmeyen hesap defteri Türkiye’nin elindedir ve Türkiye bu defterin gerektirdiği hesabı sorma gücüne adım adım erişmektedir.

2-İslam’ın Türkiye’de (nihayet) belli bir serbestiyette ve Müslüman fertlerin selametine tabi olarak yaşanması, dini bir zulüm aracı olarak kullanan Suudi Krallığı için korkutucu bir örnek hükmündedir; zira Suudi Krallığı, yaygınlaşan iletişim ve turizm imkanlarında, baskı altına tuttuğu halkın Türkiye örneğinden etkilenmesinden ve dolayısıyla bir iç isyanla tahtını kaybetmekten büyük bir korku duymaktadır.

Müslüman halkların, Osmanlı’yı yıkmak üzere ihdas edilen ulus devlet fikrinin, son tahlilde sömürünün yeni bir formatla sürmesi anlamına geldiğini gün geçtikçe daha iyi idrak ederek, yeni bir imparatorluk ihtiyacını dile getirmeye başlamaları da Suudi Krallığı’nın mezkur korkularına eklenmiştir.