Kur’ân-ı Kerim’de idrak, fiil haliyle birçok yerde geçmektedir. Mesela Yunus Sûresinde “nihaî aşamaya gelmek” (Âyet: 90), Nisa Sûresinde “ulaşmak, yetişmek” (Âyet: 100), En’âm Sûresinde “algılamak, görmek” (Âyet: 103) anlamlarında kullanılmıştır. Kelimenin kökü, kavuşmak, yetişmek, olgunlaşmak, nihaî sınıra ulaşmak, fark etmek, anlamak ve bilmek manalarını taşımaktadır. Bir şeyin, düşünen insanın fikrine ilk varış derecesi ve ilk görünümü olarak idrak, soyut ve somut hayal gücünün etkisiyle bir şeyin mahiyetini aklen kavrama yani algılamadır.

Bir şeyi akıl erdiren ve onu anlayan idrak, kâinatta olan bütün gerçekleri anlayan ruhî akıldır. İdrak, duyu organlarıyla elde edilen duyumların, karmaşık psikolojik bir işlev sonucu öğütlenmesiyle nesne ve olaylar hakkında insanı bilgi sahibi kılar. İdrak sayesinde insan, bir şeyin farkına varır. Farkına varılan şeyi bilgi sistemine dâhil eden kişi, söz konusu duyuyu, birçok yönüyle yargılayıp değerlendirir. Sadece aklen anlaşılmış bir mesele, henüz tasdik safhasına gelmemiş ise kişi, meseleyi kabul etme açısından henüz kararsızdır ve genelde tarafsız bir tutum sergiler. İdrakin mahiyetinde üç ana özellik vardır:[1]

1.) Karmaşık ve sentezcidir: Aklî süreçlerdeki diğer zihin faaliyetleri ile beraber çalışır. Dışımızdaki varlıklar, çok karmaşık olmalarına karşılık, insan, idrak sayesinde farklı özelliklere sahip olan bu varlıkları, bir bütün hâlinde algılayabilir.

2.) Seçicidir: İdrakte seçicilik, insanın, dikkatini sadece bir varlığa ve bir hadiseye yöneltmesi ve onunla ilgili uyarıcıları seçmesidir. Mesela şiddet, zıtlık, hastalık, sakatlık, hızlı ve ani değişmeler, insanın bir şeye daha fazla dikkatini çekmesini sağlar.

3.) Sabittir: İdrakte sabitlik veya değişmezlik, kişinin nesnelerin renk, şekil, büyüklük veya küçüklük üzerinde yürüttükleri değişmez algılamalarıdır. Mesela uzaktaki bir at, küçük görünse de, o at, zihnimizde her zaman normal büyüklükte algılanır.

Akıl, idrak ufkuyla değişik manevî mertebelere ulaşabilir ve hem kendini, hem de bütün eşya ve hadiseleri farklı boyutlarda da olsa bir mana kazandırabilir. İdrakin işlevsiz kaldığı alanlar sınırlıdır. Ancak bir dereceye kadar gaybî konular, idrak için de sınırlıdır. Ne var ki idrak, Allah’ın zatına yönelik tasavvurdaki acziyetini yine de bilinçli bir şekilde hisseder. Paradoks gibi algılansa da bu acziyet, haddizatında hakikati bulma açısından idrakin gücünü gösteren bir olgudur. Nitekim Hz. Ebu Bekir (573-634)’in şu sözü buna işarettir: “Allah’ı idrakte (algılamada) aczin bilincine varmak, asıl idraktir. Allah’ın zatının sırrını araştırma ise şirktir (Allah’a ortak koşmaktır).[2]

İdrak ve Hayal Arasındaki Münasebet

Muhyiddin İbnü’l-Arabî (1165-1240)’ye göre idrak, iki kısımdır. İnsanın uyanık iken idrakine “his”, uykudaki idrakine ise “hiss-i müşterek” (ortak duyu) denilmektedir. Uyanık iken meydana gelen idrak, rü’yet (görme, anlama) ile gerçekleşirken, uykudaki idrak ise sadık rüya ile şekillenmektedir.

[1] Seyyar, Ali; İnsan ve Toplum Bilimleri Terimleri; Değişim Yayınları; İstanbul; 2007; Madde: İdrak.

[2] Dört Halifeden Vecizeler Sözlüğü, (Hzr. Mehmet Yılmaz); Şule Yayınları; İstanbul; 2003; s. 13.

Sadık rüyaların idrak düzeyi, kişinin manevî derecesine göre farklıdır. Bu bağlamda peygamberlerin gördüğü rüyalar vahiy, takva sahibi müminlerin rüyaları ise ilham niteliği taşımaktadır. İdrak içerikli sadık rüyalar, ayrıca marifetin bir parçasıdır. Maneviyatı güçlü olan bazı müminler, idrakin gücüyle uyuyanın uykuda “hiss-i müşterek” yoluyla idrak ettiği şeyleri uyanık iken de görebilir.

Bu meziyet, ancak idrak gücünün bütün diğer duyulara sahip olmakla mümkündür. İfade edildiği üzere bunların başında “hiss-i müşterek” gelir. Ammâ yeterli değildir. Bunun yanında hayal gücü (muhayyile veya müsavvire), tefekkür gücü (müfekkire), vehim gücü ve hafıza gücü gelmektedir. Hayal gücü, hiss-i müşterekteki suretlerin aslından bağımsız olarak yeniden idrak edildiği ve başka melekelerin işleyişine sunulmak üzere tutulduğu merkezdir. Bu yönüyle hayal gücü, rüya yoluyla hayal edilenleri yani görülenleri zahirî boyutuyla tasvir eden bir melekedir. İslâm âlimi Sadreddin Konevî (1209-1274), insandaki hayal gücünü, rüya ve tasvir arasındaki münasebeti boyutuyla ele alırken, bunun insan ruhunun ve daha önce öğrenmiş olduğu şeylerin nuraniliğine tâbi olduğunu söyler.

Görüldüğü üzere hayal konusu, ayrı bir ilimdir. İlm-i hayal, marifet ilimlerinden olup misal âlemine dairdir. Misal âlemi (Âlem-i Misal), rüyada görülen âlemdir, bir başka ifadeyle ruhlar âlemi ile cisim âlemi arasındaki geçiş âlemidir. Bu mahiyetiyle misal âlemi, iki âlem arasında bir berzah gibidir. Hayal, içinde yaşadığımız bu dünya (âlem-i şehadet) ile ilgili olanı âlem-i misâlde (berzahta) görebilmektir. O halde berzah (rüya), ayna fonksiyonunu icra etmektedir.

Rüyada görülenler misalîdir, ancak rüyada hayal mertebesinde görülenleri doğru tasvir/tabir ettiğimizde hakikî olur. “Keşf-i mücerret” düzeyinde olan bazı sadık rüyalar vardı ki, bunların tabire bile ihtiyacı yoktur. Misâl ve hakikat, sanki birdir. Meseleye misâl âlemi perspektifinden değil de şehadet âlemi açısından yaklaşırsak, şu gördüğümüz reel âlemde ne varsa misal âleminde bir örneği vardır diyebiliriz. Misal âlemi, Allah’ın ilim hazinesi olduğu için, oradan akseden hayaller, bir hakikati aksettirir. Sadreddin Konevî, bu bağlamda şöyle bir tespitte bulunur: “Mutlak misal âlemine ulaşan kimse, orada Hakk’ın kendisine gösterdiği şeyleri müşahede eder. Böylece henüz bilinmeyen ve his âleminde zuhur edecekleri takdir edilmiş olayların hepsini öğrenir.” [3]

Hayali ve idraki güçlü olan Müslümanların sezgi ve keşfetme güçleri de ileri seviyede olur. Bir başka anlatımla böyle Müslümanlar, feraset sahibi olur. Feraset sahibi olan Müslümanlar ise Furkan sahibi olur. Hak ve Bâtılı birbirinden güzelce ayırabilen ve hayatlarına istikamet üzere yaşayan Müslümanlar ise Allah’ın güzel kulları olur. Dolayısıyla idrakin zirvesi, kulluk şuuruna varmaktır. Bunu idrak edemeyen insanlar ise gaflet ve cehalet zincirine bağlıdır.


[3] Karahisarî, Mehmet; Üsküdar Sohbetleri; Altiva Kitap; 2020; ss. 92-96.